ALİ NAR HOCAM

Evet, sevdiğimiz bir öğretmendi. Dersimize girmese de biz onun çalışmalarından faydalanırdık. Mesela toplantılarda konuşmasını dinledik. Şiirini dinledik.

“Anadolu Günlüğü” Ali Nar’ Hoca’nın tuttuğu günlüklerden oluşan ilginç bir kitaptır. Bildiğimiz klasik hatıra türü kitaplarından çok farklıdır. Belki böyle bir kitap olsun diye tutulmuş günlük notlardan oluşmaktadır.

Keşke öyle de olsaymış, öyle bir zengin hatırata dönüşseymiş bu notlar. Çünkü alınan notlar bazen o kadar kısa ki, okuduğu zaman belki yazarına çok şey ifade ediyor, ama bizler okuduğumuz zaman arka plandaki yaşanmışlıkları bilmediğimiz için faydalanmamız daha da az oluyor maalesef. Oysa orada var olan düşüncenin açılımı elzemdir diye düşünüyorum. Hatıralar, bu yönüyle yön gösteren kılavuz kitaplardır aynı zamanda. Yoksa bir insanın başından geçen acı tatlı olaylar olmasa gerek sadece.

Yazar bu notlardan kalkarak, yaşadıklarına yorumlarını da katarak bize daha büyük bir anı kitabı bırakabilirdi. Ama buna da şükür. Hani taze gelini ziyarete gelince arkadaşları: "Kız kocan da çok çirkinmiş" demişler. Gelin kızımız ne kadar olgunmuş maşallah: "Buna da şükür, babamın evinde bu da yoktu" demiş.

Ali Nar’ın kısaca biyografisi şöyle: 1941 Sarıkamış’ta doğdu, ailesi 1950’de Yozgat-Sarıkaya’ya göçtü, 1953’te Kayseri İmam Hatip Lisesi’ne girdi; 1969’da Erzurum’dan mezun oldu; aynı yıl İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne başladı ve 1964’te buradan mezun oldu. Diyarbakır, Erzincan, İzmit ve İstanbul’daki İmam Hatip Liselerinde öğretmenlik yaptı, 1990’da emekli oldu. “Dünya İslamî Edebiyat Birliği” üyesi olup bu cemiyetin Türkiye temsilcisidir.

İlk şiiri “Su” 1961’de yayınlandı. İlk kitabı “Fetih” de 1975’te. Milli Gazete, Yeni Devir, Vahdet Dergisi gibi süreli yayınlarda makaleleri neşredildi. Klasik ve Modern Arapça’dan çevirileri de olan Nar, Türkiye ve İslam dünyasının ilk bilim-kurgu romanı olan “Uzay Çiftçileri” kitabının da yazarıdır.

Ali Nar Hocamız ile bizim bağlantımız soyadı birlikteliğiyle başlamıştır. Sanırım 1966 yılındaydı. Ben küçük bir çocuktum. Kahramanmaraş’ta yatılı sınavlarına girdim İmam Hatip Okulunun. O sene Diyarbakır'a yeni bir bina yapmışlar. Bizi de birçok vilayet gibi oraya gönderdiler.

Diyarbakır İmam Hatip lisesine yatılı olarak kaydedildiğimde Ali Nar hocam da orda henüz bir yıllık öğretmendir. Bizim dersimize girmedi. Daha çok üst sınıftaki abilerimizin derslerine girerdi. Gördüğümüz kadarıyla bilgisi ve çalışkanlığı, cesaret ve ataklığı, heyecanlı lider tipiyle okulun en saygın öğretmenlerindendi.  Okul öğrencilerine çok yakın davranırdı, hep sıcak ve iyi ilişkiler içindeydi. Dersten sonra da başında toplanırlardı öğrenciler, uzaktan bakınca belli olacak derecede şen şakrak konuşurlardı.

Sanırım tatil olan bir günde biz arkadaşlarla beraber okul bahçesinde futbol oynarken abilerimizden birisi elimden tutarak bir grup öğrencilerle sohbet eden hocamızın yanına kadar götürdü beni. Ben bir yandan terli yüzümden ve kılık kıyafetimin düzgün olmamasından utanıyor, bir yandan da saygı duyduğum bir hoca ile konuşmanın heyecanını yaşıyordum.

- Bak hocam size kardeşinizi getirdim, dedi o abi. Bunun adı Cemal Nar. Sizin adınız da Ali Nar, bu da sizin küçük kardeşiniz.

Bana o tatlı yeşil gözleri ve ince çatık kaşlarıyla sert ve sevecen bir bakışla biraz baktıktan sonra sordu:

- Senin soyadın ne manaya geliyor?

Öğrenciler kulağıma eğilerek "ateş” de, “ateş" dediler. Ben de bu kopyala üzerine:

- “Ateş”, dedim. Çünkü Arapçada “nar” “ateş” demekti. Bu yüzden “cehennem” dense de olurdu yani. Şimdiki aklım olsa öyle diyebilirdim belki. “Cehennem Ali” onun batıla öfkesini yansıtabilirdi belki.

Tatlı tatlı baktı, güldü  ve sanırım başımı da okşadı. Ben de içimden "tamam kardeş olduk galiba" dedim. Azıcık daha oturduktan sonra oyun arkadaşlarımın yanına doğru koşarak gittim. Fakat benimle daha fazla ilgilendiğini hatırlamıyorum. Keşke sevdiği ve beraber sohbet ettikleri arasında olabilseydim.

O zamanda küçük yaşımıza rağmen bizde bıraktığı intiba şöyleydi; ince ve uzun boylu, çok yakışıklı, bıçkın bir delikanlı. Gözünü daldan budaktan esirgemiyor. İslam davasını anlatıyor her fırsatta. Bu davaya karşı çıkanlarla kavgadan kaçınmıyor. Bu açıdan bakıldığında biraz fazla sert ve öfkeli, üstelik onurlu, kendine güvenli. Tabi biz o zamanlar vakar ile benlik ve kibir arasındaki farkı bilemediğimizden bu konuda tam bir hüküm veremeyeceğim. Ancak daha sonraki tanıdığım Ali Nar'da özgüveni besleyen bir kendini büyük görme, öne çıkarak kendini gösterme her zaman var. Bu ifadelerine de yansıyor haliyle.

Öfkesine hak veriyorum. Çünkü okuldaki solcu ve yeni yeni açığa çıkan Kürtçülerle mücadelesinde devlet ve hükümetin zulmüne uğruyor. Üstelik onun kazanmış olduğu yüksek okulda hocalık yapma hakkını da sırf " şeriatçı" diye elinden alıyorlar. Nitekim bizden sürgün olarak gitti Afyon’a.

Bu sistemde İslam'ı bilen ve yaşayan bir insanın öfkeli olmaması mümkün mü? Öfke, korunması gereken değerleri korumak için vardır ve gereklidir. Her taraftan İslam'a saldırılırken bir Müslüman'ın sakin bu huzurlu olması çok zor. Buna “sabır” denmez. Sabır, dayanmak, direnmek ama davaya devam etmektir. Yoksa bu halde öfkelenmemeye “sabr-ı himârî” denir. Aynı yolun yolcusu olarak bu duyguları biz de çok yoğun olarak yaşadık. Bu yüzden hocama hep hak vermişizdir hamdolsun.

Evet, sevdiğimiz bir öğretmendi. Dersimize girmese de biz onun çalışmalarından faydalanırdık. Mesela toplantılarda konuşmasını dinledik. Şiirini dinledik. Bu yüzden daha sonraki yıllarda çalıştığı vilayetlerde onun izini aradık. Erzincan İmam Hatip lisesinde anılarını dinledik. İzmit İmam Hatip lisesinde bizzat ziyaret ettik. Sanırım yıl 1975 veya 76 idi. O zaman okulun müdürü hemşerimiz Mustafa Sıddık Uslu Hocamız idi ve biz onu da ilk defa orada tanımıştık. Yıllar sonra "İslami Edebiyat" dergisini çıkardığı sıralarda hocamızı İstanbul'da da aradık, ama görüşemedik.

İşte benimle tanışıklığı böyledir Ali Nar hocamın. Çok mecliste adımı söylediğim zaman "Ali Nar'ın nesi olursunuz?" sorusuna muhatap olmamdan mutluluk duymuşumdur hep.

*   *   * 

Şimdi elimde bir kitap var: "Anadolu Günlüğü". Beyan yayınlarından çıkmış. (Nisan 1998, İstanbul.) Bu yayınevi sahibi Ali Kemal Temizel Bey Diyarbakır'dan hocanın talebesidir. Benim de tanıdığım ve sevdiğim bir güzel insandır. Bizim de altı kitabımızı basmıştır yayınevinde sağolsun. Bu ilişki her taraf için de mutluluk vericidir değil mi?

Kitap 445 sayfa. Birinci hamur kağıda basılmış. Hoş bir kapak içinde güzel bir baskı. Ancak yazılar biraz küçük. Gözlüksüz okuyanlara aşk olsun.

Kitap, yazarın kısa hayat hikayesiyle başlıyor. Sonra hayatın bir imtihan olduğunu, bu yolda eziyet ve işkencenin de varlığını anlatan bir ayet ve bir hadis sunuluyor. Sonra yazarın kısa bir takdim yazısı ve kitap başlıyor. Maalesef " içindekiler" ve " indeks" bölümleri yok. Oysa içindekiler bölümü her kitabı için gereklidir, ama kapsamlı bir indeks, hatıra kitaplar için bence olmazsa olmaz hükmündedir. Bunu nasıl ihmal ettiler anlamadım.

Bundan sonra kitap "birinci bölüm" diyerek başlıyor. Hocamızın doğduğu köy, iklim şartları, ekonomik zorluklar ve Türkiye'nin o zmanlar yaşanan malum sıkıntıları anlatılıyor. Üstelik hicrete mecbur kalış ve küçük yaşta zor bir yolculukla yeni vatan arayışları. Buralara okuduğum gibi hızla geçmek istiyorum.

Nihayet Kayseri'de İmam Hatip lisesine başlamasıyla beraber benim gözümde notlar zenginleşiyor. Çünkü ben de hem İmam Hatip Okulunda okudum, hem de Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü mezunuyum. Bu açıdan hocamın hayatı beni yakından ilgileniyor. Mesela okuldaki öğretmenlerinden edebiyatçı Sabit Hashalıcı yüksek İslam'da bizimde baş muavinimizdi. Mesele yine aklımda kalan Celalettin Karakılıç, siyer dersinde kitabını okuduğunuz bir öğretmendi. Kayseri'nin o sokaklarında biz de çok adımladık, kışını gördük baharını yaşadık.

Bu yüzden Yüksek İslam Enstitüsü hatıralarını da tıpkı çocukluk yılları gibi hızla geçtim. Ama oralarda gerek hocalarından, gerekse sınıf arkadaşlarından hep tanıdık sima kalbimize bir muhabbet damlası gibi düşüyordu. Mesela Mahir İz’i yeniden sevdik, Kemal Edip Kürkçüoğlunu hatırladık, Ahmed Davudoğlu’na rahmet okuduk, Celal Hoca ismi içimizi ısıttı. Abdulkadir Karahan yine güldürdü. Sınıf arkadaşlarından da başta Hayrettin Karaman ve Bekir Topaloğlu olmak üzere çok tanıdıklarımız var.

Bu arada 60 darbesi, askerin dil ve karakteri, ülkeye ve insana bakışını görüyoruz. Günlüklerin arka planında.  Bir de ana sevgisi var her yere dağılmış. Günlüklerin her tarafına sinmiş anne sevgisi ile yan yana parçalanmış bir ailenin acısı dinmemek üzere bir sızıntı gibi akar durur içinde.

Nasıl olur da tayini Maraş'a çıkmasına rağmen kabullenmez de gelmez, bu işine şaştım kaldım doğrusu. “Çok soğukmuş.” Ne münasebet, bu ülkede iklimi en güzel ve istikrarlı şehirdir Maraş. Ama menfi bir izlenim hep olmuştur be şehir hakkında maalesef. Bunu da en iyi içimizde yaşayan memurlar bilir.

Tarihin garip bir tecellisi olarak Diyarbakır'a gelişinden itibaren yazdıklarını daha bir ilgiyle okumaya başladım. Ama benim asıl merak ettiğim tabi ki Diyarbakır İmam Hatip yıllarıydı. Orada kendinden izler aramaktaydım. Evet, benim için önemli yıllar başlamaktadır. Bu kitapta altıncı bölümdür. Bölümün başlığı "öğretmen".

Evet, çektiği kur’ada ilk görev yeri “Maraş İmam Hatip Lisesi”dir. Aklına nerden geldiyse hocamız, "Maraş soğuk olur" der. Şekerim Ahmet dediği arkadaşı Kayseri'yi çekmiştir. Onunla becayiş istemektedir. Süleyman Kayıran hemşehrimiz de Erzurum’u çekmiştir. Süleyman Bey Maraş'a gelmek için Ali Nar ile becayiş düşünür. Zira onun da anavatanı sayılır. Bu yüzden nasıl ettiyse Ahmet beyle hocamızın becayişini engeller. Hocamızın da buna canlı sıkılarak Erzurum'a gitmez, Diyarbakır'ı çekmiş olan Salim Kılıç beyle yer değiştirir. Onunla becayiş yaparak hapı yutar. Farkında değil ama büyük bir kayıptır yaptığı tabi.

Hocamız öteden beri tren yolculuğunu sever. Diyarbakır'a da trenle gider istasyondan inince bavuluyla yürürken birisine sorar “İmam Hatip Lisesi nerededir?” “İşte burası” diye ona istasyondan bir lojman gösterirler. Şaşırır ve lojmana yürür. Üzerinde “İmam Hatip Okulu” yazısını görünce sevinir. Hele çok sevdiği Hüseyin Tulpar  arkadaşını da orada görünce sevinci daha da artar.

Dua etsin ki iyi bir adama rastlamıştır. Çünkü biz de Diyarbakır'a trenle gitmiştik. Beni götüren baba dostu Ali  Karpuz amca bir faytoncuya “İmam Hatip Okulu nerde?” diye sordu, o da “buraya çok uzaktır, binin götüreyim” dedi. Bizi istasyondan alarak şehrin tam aksi istikametindeki son evlerin yanındaki öğretmen okuluna kadar götürdü. Uzaktan okulu göstererek “işte burası İmam Hatip Okuludur” dedi. Gerçeği öğrenince şaşırıp kalmıştım, böyle sahtekarlık da olur mu diye. Sonra öğrendik ki meğer İmam Hatip Okulu faytonla bindiğimiz yerin yanında imiş.

Ali Nar ve Hüseyin Tulpar iki iyi arkadaştır. Hep beraberdirler. Okullar açılmadan Van’a kadar bir geziye giderler. Hocam bekardır, şehrin güzel lokantalarını, tatlıcılarını, demli çay mekanlarını araştırır. Bu arada ev kiralar, annesini ve kız kardeşini yanına alır. Annesini rahat ettirmek hep bir ukde ve davadır onun için. Ama kaderde ne varsa başa o gelir. Aile açısından hep kederlidir hocamız.

Diyarbakır hocamın ilk öğretmenlik yeridir. Hızla girer mesleğine böylece. İyi öğrenciler seçer etrafına. Bunların bir kısmını ben de tanırım. Mesela günlükte adı geçen Sabri Orman, Hamit Eker bizim akşamları ders yaptığımız mütaala sınıfımızda başkanımızdır. İhsan Işık, Ali Kemal Temizer bizden bir iki dönem öndedirler. Bu arada "Yeni Şark Postası" isimli yerel gazetede "Gülşehri" müstear ismiyle yazı yazmaya da başlar.

*   *   *

Hayrettin Karaman ve Bekir Topaloğlu hocamızın sınıf arkadaşlarıdır. O yıllarda iyi ilişkiler içindedirler. Bunların bazı kitapları kendisine ulaşır. Onları okulda sattığı gibi Diyarbakır Müftüsüne de götürür. O zaman müftü Salih Tanrıverdi adında bir molladır. "Diyanetin tavsiye etmediği kitabı ben imamlara tavsiye edemem der. Zaten kendisini nurcu diye devlete ve Diyanete şikayet eden bu adama hocam patlar "evet, siz düzenin çemberinden geçmeyen kitapları satmazsınız. Bu arkadaşlarımız yetişkin insanlardır. Hoca sınıfı okuyup uyansın.” Müftünün cevabı da ilginçtir. “Bunların alasını aslında benim imamların telif eder. Hem Ali Bey bence dinin yarısını bu İmam Hatipliler yıkar.”

Hocam da aynı sertlikte cevap verir "Hayır, İmam Hatibin bir kapısından girip öbüründen çıksın yeter. Ama yıkarsa sizin mollalarınız yıkar."(s. 211-212)

O yıllar gerçekten ibretlik yıllardır. Kimi insanlar İmam Hatipleri doğuran zemini anlamakta zorluk çekerler. Güya mükemmellik adına bu okullara karşı çıkarlar. Oysa karşı çıkmanın değil, birbirine verilen desteklerle herkeste var olan açığı kapatmanın zamanıdır. Ne var ki şahsi ikbal kavgaları kimi gözleri kör etmektedir. O yıllarda “Süleymancılık” adına bazıları İmam Hatibi “dini içten yıkmak” adına suçlarken, medreseler de okudukları ilme bakarak küçük görmüşler ve adam yerine koymamışlardır. Bu kavgadan sonuçta hepsi de zararlı çıkmıştır.

Oysa Süleymancılar ve medreseler, İmam Hatip ile beraber çalışsalar da diploma açığını kapatsalardı, herkes de çok karlı çıkardı. Bunu İslam ahlakı ile yapamayanlar, 12 Eylül’ün sopasıyla mecburen yapmak zorunda kalmışlardır. Yaşanan onca acı hatıra yanımıza kar kalmış ve kaybolan emek ve enerjiler de boşu boşuna heba edilmiştir.

O zamana kadar Hayrettin Karaman ve Bekir Topaloğlu ile arası iyi olan hocamızın zamanla bunlar ile aralarında bazı sorunlar başlar. Bu iki zattan “çatlak sesler çıkıyordur” kendisine göre. Abdullah Aydemir beye sorar bunu yazdığı bir mektupta. “Bu mezhepleri birleştirme ve telfik de neyin nesidir?” der. Abdullah Aydemir Bey de hak verircesine “Onlar ile ilgiyi kestiğini” söyler.(s.320)

Sonra hocamızın şu notlarını görüyoruz "Gerçekten yetmişlere kadar renk seçimi yoktu. Sağda Müslümanlar var buluyordu, solda dinsizler. Şimdi işte Müslüman kesimde bile bazı nüanslar başladı, renklerin tonları gibi. Mesela mezhepliler, mezhepsizler, telfikçiler, reformcular…”(s.340)

Fakat ne yazık ki 350. Sayfaya geldiğimizde yüz yüze buz gibi bir konuşma geçer onlar ile Hocamız arasında.  Hatta o zaman çıkaracakları  "Nesil" dergisinin isminde bile anlaşamazlar. Hocama göre nesil deyince, İmam Hatip anlaşılır. Oysa bunların dışında da bir İslami cemaat vardır. Onlardan soyutlanmamak gerekir. Bizim herkesi kucaklamamız gerekir.

Bunu aldığı cevap çok serttir. "Senin kafan şartlanmış". Hocanın cevabı da serttir. "Öyle mi? O halde varsan seninle özel bir yerde konuşalım. Bakalım kimin kafası neye şartlanmış."

Bunun üzerine düşüncelerini zehir zemberek bir mektupla yazar onlara hocamız. Ama karşı taraftaki hocalarımız cevap vermezler. Sayfa 352 de yine bir acı hatırlar vardır. Nesil dergisi tanıtılırken hedef olarak "Türk İslam sentezinden” söz ediliyor. Hoca sorar “nedir bu sentez? Bu bir partinin temel ilkesidir. Bundan sonra kendi ifadesiyle "Tayyare cemiyeti” ile, münaferet başlamıştır.

*   *   *

Hocanın hatıralarında arka planda da olsa bu devrin siyasi yapısını görmek ve anlamak da mümkündür. Önce Adalet Partisi vardır. Müslüman görünür ama İslam'a ihanet eder. Sonra Erbakan çıkar “Milli Nizam” kurulur. Kapatılır, “Milli Selamet Partisi” kurulur. Hocamız bu hareketi destekler. 1973 seçimlerinde adaylığı gündeme gelir. Kendi ifadesiyle şöyle: "Aday ol” dediler. “Olalım” dedik. Ama ciddiyetsiz tutumları yüzünden MSP’den adaylığımız düştü. Ve bir peynirci hacıyı aday yaptılar.

1976 seçimlerinde daha aktiftir Hoca Efendi. Fakat sonraları da acı tecrübeler yaşar. Partide kendi gibilere yer yoktur. Bu arada meslekte de sıkıştırılır.

Birçok meslektaşları gibi sonunda vardığı son kararı şudur " MSP’liler da ancak seçimden seçime bizi ararlar."(348-49)

Burada şu sözleri söyleten ortamı yerinden bulup okumanızı salık veririm “Vay müslümana, vay Müslümanlığa: Bizim omuzlarımızda yükselecek öyle mi? Bu anlayışla “pasif direniş” bile gerçekleşirilemez…”(349)

Bütün bunlar hocaya şunu öğretmiştir. “Bizden oy alan hükümetler hep başkalarına hizmet etmiştir. Hükümet biziz der ama, menfaatini başkaları görür.”(231)

Ali Nar Hocamız İslamî hizmetleri sebebiyle Diyarbakır'dan sürgün gider. Dosyası bir hayli kabarıktır. Ankara'da tayin işleriyle uğraşırken, tanıdık bir isimin sıcaklığını hissederiz. Fethi  Gemuhluoğlu. Ve çevresinde gençler, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Yavuz Bülent Bakiler, Nuri Pakdil vs.

Recai Kutan’la Diyarbakır'da tanışmışlardır. O vasıtayla Ankara'da Erbakan ile de konuşurlar. Fakat işi bir türlü olmaz. Afyon'a gitmek zorunda kalır. Çok geçmez oradan da ver elini askerlik.

İşte o devletin bir valisi. Müessese müdürlerine “gerici, zararlı öğretmen ve memurları tesbit edip bildirmelerini” söylüyor. İçlerinden birisi “ne olacak? Sürgün ediyorsunuz gittikleri yerde taze kanla savaşıyorlar diyor. Buradan ötesini hocanın ağızından dinleyelim: " Valinin cevabı çok ağır diyeceksin ama Türkiye'deki hakim zihniyeti yansıtması bakımından önemli " canım, bir sürgün iki sürgün  derken bir de trafik kazası olur ve biter işte."(s. 318)

Evet, bir gün bir istihbarat uzmanından duymuştum, Türkiye'de en kolay faili meçhul cinayetler, trafik kazası şeklinde olandır. Aklıma bizdeki Susurluk, Yunanistan'daki Sadık Ahmet cinayetleri geliyor.

Bir de muhalif cephe kaygısı vardır daima. MSP kurulduğu zaman İsmet İnönü'nün şöyle söylediği rivayet edilir. "İyi olur. Böylece elli yılda nereye geldiğimizi ve onların gücünü neleye kadar indirebildiğimizi anlarız"(s. 327) Evet, bütün dertleri bizi ezmek gücümüzü kırmak ve devletin yönetim merkezlerinden uzak tutmaktır.

İşte burada kimsenin yüksek sesle soramadığı, ancak içten içe endişeyle mırıldandığı soruyu biz de aynı minval üzere sayıklar gibi soralım: “Acaba bu ülkede birilerinin İslamcı Siyaset adına derin devlet ile yapılmış gizli bir anlaşması olabilir mi? Hani Tandoğan ne demişti Kömünist gençlere, hatırlayınız bir: “Akıllı olun akıllı. Bu memlekete Kömünizm gerekirse, onu da biz getiririz.”

Ya da soruyu şöyle soralım, bu ülkede bir gün İslam gerekli olursa, acaba onu kim getirir?

Bu sistem içerde Müslümanlar'a karşı nasıl kayıtsız ise sınırlarımızın dışında kalmış Müslüman kardeşlerimize de öylece kayıtsızdır.  Türkiye'ye sığınan Ahıska Türkleri'ne karşı yapılan muamele içler acısıdır. Ahıska Türkler'i 1944 yılında Türkiye sığınmışlardı. İnönü bunları Rusya'ya teslim etti. Ruslar da onları gübre fabrikasında doğratmıştır.  Hocanız diyor ki "bu günlerde 6 - 7 yaşındaydım. Bizim köyün yanından geçen tren ile Rusya'ya sevkedilen bu insanlar ellerinde ne varsa, hatta üst başlarını bile trenden atıyorlar, “bizi nasıl olsa fabrikada doğrayacaklar, bari bu eşya ve paralar Müslümanlar'a kalsın” diye ağlayıp sızlıyordu ve üstlerine başlarını yolluyorlardı."(s. 327)

Bütün bunlar, kocanın dilini sertleştirir, hatta o kadar ki müsveddesinde yazdığı notlardaki hakaretamiz ve müstehcen sözler hiç sansüre tabi tutulmadan aynen kitaba da geçmiştir.

*   *   *

Askerlik hatıraları da bir başkadır hocanın. Askeri tanımanın ipuçlarını verir orada. Ona göre maalesef asker ülkenin en büyük sorunlarından birisidir. Çoğunlukla halkından kopuk, dininden örf ve adetlerinden kopuk, çok cahil olduğu halde kendisine her şeyi bilir zanneden, kimseyi beğenmeyecek kadar gururlu ve kibirli, basit zevklerin peşinde koşan insanlar. Bütün dertleri dünya zevkleri ve şehvetleri. Hocanın şu cümle önemli: "Adamlar harbiyeyi bitirdikten sonra bir satır okumamışlar okumuyorlar. Bu yüzden özellikle din konusunda köylüden farksızlar."

İşte bir ders. Ölçüme ile açı hesapları falan. Bayram Başpınar da çizemiyor, çözemiyor. Albay sorar:

- Nere mezunusun?

- İslam enstitüsü.

- Hele bende diyecektim bu iş besmeleyle olmaz."

Bir sessizlik ve bakışmalar tebessümler oluyor, Albay geçip masasında oturuyor. Birkaç anlamsız söz daha sarf ediyor. Bayram’da tepki yok. Benim için çırpınıyor. Besmelesiz okul ve ilim neler getirdi bu millete? Besmeleyle olmaz da neyle oldu? Derken lütf-u ilahi ile elim kalkıyor.

- Buyurun diyor Albay. Heden toparlanıp başlıyorum:

- Siz bir arkadaşın kişisel yeteneksizliğini bir müesseseye mal ettiniz. Halbuki ben de aynı okuldan mezunum. Ama şu kısım sınıftakilerin çoğuna matematik okuturum.

Ve sınıftan çık yok. Sadece şaşkın bakışmalar. Elbet olamaz, çünkü yanımda oturan Konyalı Mustafa matematik öğretmenidir, ama hep bana bakıp yazar. Albay şapşallaşıyor:

- Hayır, ben demek isterdim ki bu okullara gereken önemi vermiyorlar."(250)

Ordunun bir hastalığı da sivil hükümetlere itaatsızlık sorunu. Bu sıralarda Yassıada mahkemesinde aldığı cezadan Celal Bayar’ın affedilmesi var mecliste. Komutan haykırıyor:

-Arkadaşlarım! Celal Bayar af edip tekrar başımıza geçireceklermiş tek başıma silahımı alıp dağa çıkardığı itaat etmem.

Bu dehşet bir isyana teşviktir ama nerde hükümet? Aslında Güventürkün 1950deki darbe girişimini yapan dokuz subaydan biri olduğu söyleniyor. Demek hep komitacılık peşinde."(263)

Evet, hep darbe peşindeler. Kimleredir bu darbe yapanlar  bu aziz millete? Hani yapılır mı bu şu bağrından çıktıklarını iddia ettikleri yüce millete?

Orada bir de imamdan bahseder. Bu can sıkıcı ifadelerin arasına onu girdirerek azıcık olsun neşelendireyim sizi. "Akşam namazını tarihi bir cami olan pazar yerindeki mescitte kıldım. İmam Fatiha’da yanlışlık yapıyor. Uyardım ama mazereti çok enteresan: "Bizim cemaat böyle alışmış bu yanlışa. Şimdi düzeltirsem cemaat şaşırır." Ben de " öyleyse yanlışa devam et” dedim."(s. 259)

İşte size bir imam hikayesi daha. Teravihten önce içki ve kumarın kötülüğünden bahsediyor. Ama öğretmen itiraz ediyor. Ve sonunda bu imamı “Atatürk ilkelerinin aleyhinde konuşuyor” diyerek şikayet ediyor. Köyde bir hacı amca vardır. Bu imamın misafiri edip koruyor ve tartışmada da savunuyor. Ama Atatürk meselesine gelince araya giriyor:

- Hafızama dokunmayın hafızım iyidir dedikten sonra imama dönüyor ve diyor ki “hafızın yani sen de Atatürk'e çattın.”

- Ne münasebet, ben böyle bir şey söylemedim, diyor imam.

- Yani içki içenlere yüklenirken onu da kastetmiş gibi oldun.

- Cevap da hacı amca ne alakası var bu işin."(s. 277) işte toplumu seviyesi bu.

Hocamız bu İslam davasının içerisindedir ve hamiyet sahibi bir insandır.  Bir günü İstanbul'da Marmara lokalinde Sezai Karakoç Beyle otururlarken Kayseri'den arkadaşı avukat Şuayip Beyin Sezai Beye para verdiğini görür. Sorar, Sezai Beyin ihtiyaç içinde olduğunu öğrenir. Ne yapabilirim? Der. Ve nihayet Sezai Beyin kitaplarından ve dizlik dergisinden bir miktarı ister, satarak parasını gönderir. O da bir hamiyet ve vefa örneğidir.(s. 270)

*   *   *

Hocamızın günlüklerinde birçok heyecan ve hüzün içiçe geçmiştir. Mesele evliliği enteresan bir şekilde gecikmiştir. Çocuklarının olmaması da bir takdiri ilahi. İlk kitabı 1976 da “Muhtar Kafası”. Arkasından peş peşe kitapların sevinci. Diyarbakır İmam Hatipten sonra, Erzincan ve İzmit İmam Hatip liseleri. Derken İstanbul'da İmam Hatipler.

Bir eseri de “İslami Edebiyat” dergisidir. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve birçok edip ve yazarla tanışmalar. Tercüme ve telif kitap çalışmaları. Eğitim kavgaları. Öğretmen sıkıntısı. Vefa ve vefasızlık örnekleri vs. halka halka açılmaktadır notlarında. Bir hayli ilginç diyaloglar, fikirler, hareketler, kanaat ve tavsiyeler iç içedir. Bazen çok komik şeyler de var.

İşte o komiklerden bir tanesi bir iki örnek:

17 aralık 86: "Her ülkeden bir maskara gelsen Türkiye'den isteyen gelsin" de zorluk çekilmez. Bir zaman doğum kontrolü modaydı şimdi de organ bağışı. Bu ikincisi birinciden daha bir imansızlığa yakın çünkü. "Ben öldükten sonra isterse çöp atsınlar" felsefesi, bari " leşim bir işe yarasın" safsatasına varıyor.

Bu yılın sivri tipleri yarıştı. Ama bizim altı arşın önde çıktı. (galiba Tayyar Altıkulaç'ı kastediyor.) 8 Ocakta Din Başkanı olarak bütün organlarını bağışladı. Kime ne için? Ellisinden sonra neresi ne işe yarar ki adamın?(s. 400)

"Rasim Özdenören 'benim hikayelerim batı dillerine çevrildi de Arapça'ya çevrilmedi' deyince, şeyh Nedvi "kişiliğine ecdadımız eserlerini Arapça yazardı siz de öyle yapın.” Demez mi?"(400)

Ve hocanın sanki bir vasiyet gibi her zaman söylediği bazı cümlelerle bu yazıyı bitirmek istiyorum. "Ben doğru bildiğim şeyleri söylüyorum size. Ama siz benim her söylediğimde yegane gerçek diye algılamayın. Çünkü olur ki benim yanılmışımdır. Gün gelir meselenin aslında kavramınızda hayal kırıklığına düşersiniz. Öyleyse ben de söylersem %100 kabul etmeyin. Bir itiraz ve ihtiyat payı bırakın. Ve kimseye kafa kaptırmayın. Yaşınız ve kültür seviyeniz oluştuktan sonra bir kampta yer almamız tehlikesizlik yazılı olabilir."(s. 396)

*   *   *

İşte böyle "Anadolu günlüğü". Kısa kısa tutulan günlük, sanırım bazen açılmış yazarken yeniden. Ben hatıra kitaplarını çok önemserim. Toplumda iz bırakmış, bütün insanların hayatları bizim için son derece önemlidir. Bu yüzden ya kendileri yazılmalıdırlar hayat hikayelerini, ya da birileri onları konuşturmalı ve yazmalı.

Bu açıdan bakıldığında Ertuğrul Düzdağ Beyin, Ali Ulvi Kurucu’yu konuşturması veya Ahmet Muhtar Büyükçınar gibi hocaefendilerin hayatlarını yazmaları ne kadar güzel olmuştur. Hacı Tahir Büyükkörükçü hocaefendiye da bunu hatırlatmış ve oğlu Abdurrahman Bey aracılığıyla bize ikram etmelerini istirham etmiştim. Bilemiyorum gerçekleşti mi. Ama son zamanlarda Hayrettin Karaman'ın, Süleyman Ateşin, Tayyar Altıkulaç’ın, sabah aklımıza yemin ve daha başkalarının hatıratlarını görünce çok seviniyorum. Darısı bizim da başımıza, inşallah

Netice itibariyle daha yaşarken hayat hikayelerinden ikinci kitabı bize hediye eden sevgili hocam Ali Nar beyi tebrik ediyor, teşekkürlerimi sunuyorum. Allah hayırlı ömrünü uzun eylesin, büyük hizmetlere muvaffak eylesin, sağlık ve saadet içinde yaşatsın, vakti saati gelince ona da bize de hüsn-ü hatimeler ihsan eylesin.

Amin.