Bilindiği gibi toplumlar, bireylerden meydana gelirler. Onun için toplumun saadeti, huzuru ve temizliği, bireyin saadeti, huzuru ve temizliğine bağlıdır. çürük tahtalardan sağlam bir gemi inşa edilemeyeceği gibi, bilgisiz, görgüsüz, huzursuz bireylerden de güzel bir toplum inşası mümkün değildir. “Ne olur inşa edilirse?” diyene, “denize girersen, görürsün”den başka ne denir?
İçinde yaşadığımız acı bir gerçek olduğu kadar, dinler tarihi, genel tarih ve sosyal bilimlerin de bize kesinlikle bildirdiği bir gerçektir bu. İslam, ta başından beri bu gerçeği insanlara ilete gelmiştir.
İnsan, kendi huzur ve saadeti için, söz dinleyen, öğütlerden yararlanan, tarihî tecrübelerden ders alan bir varlık olmak zorundadır. Bizden önce yaşamış olanların yaptıklarından ders almalı, bize bahşedilen akıl ve zeka gibi nimetlerimizle iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etmeli, kendimizi sürekli gözetmeli, iyi ahlakımızı geliştirmeli, kötü huy ve alışkanlıklarımızı gidermeliyiz.
Şüphesiz bunların olabilmesi için insanın önce Allah’ı bilmesi, sevmesi ve ona samimiyetle ibadet etmesi elzemdir. Gerçek saadet, huzur, iç temizliği ancak ve ancak Allah’ı bilmek ve sevmekle mümkündür.
İnsanın içindeki kötü huy, güdü, şehvet, istek ve ihtiraslardan büsbütün arınması ve korunmasının Allah Teâlâ’ya iman ve teslimiyetten başka bir yolu yoktur. çünkü insanın bütün arzu, istek ve ihtirasları, bedeninde gerçekleşmektedir. Bedenin ise, ölümlü olduğu, açık seçik bir gerçektir.
ölüm endişesini yenen yegane unsur, Allah (azze ve celle) a iman, Allah’a itaattır. Ahirete iman ve hazırlıktır. Bu iman ve itaat, bu bilgi ve hazırlık, insana sonsuz bir zevk bahşetmektedir; ahiret mutluluğu…
İşte bu bilgi, bu amel ve arınma, sonuçta dünya mutluluğunu da getirmektedir.
İnsanın orada, ölümsüz bir ebedilik, kesintisiz bir zevk, katıksız bir sevinç, zevalsiz bir zenginlik, kusursuz bir olgunluk ve minnetsiz bir nimet ve hakiki bir izzet içinde olmasının, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, dillerin diyemediği, akla hayale gelmeyen nimetler ve zevkler dünyası içinde yaşamasının verdiği saadet, huzur ve tatmininin dünyaya yansıması, kuşkusuz dünya saadetinin de en büyük kaynaklarındandır.
Görülüyor ki saadetin, huzurun, itminanın kaynağında Allah (azze ve celle) a iman, O’nu bilme ve sevme vardır.
Allah’ı bilmenin en büyük faydası, hiç şüphesiz insanı, O’nun rızasını kazandıracak amellere, davranışlara iletmesidir. İhlasla ve O’nun istediği ölçüler çerçevesinde bir amele. İman, “olmazsa olmaz” olandır ama, amelsiz ilmin de bir değeri, yani faydasız bir ilmin de değeri, herhalde yok gibidir.
Bütün bu iyi işlerin, amellerin ve erdemlerin amacı Allah rızasını kazanmaktır. Faydası ise, kişiyi arındırmak, kalbini temizlemek, nefsini tezkiye etmektir. Yani her türlü olumsuz düşünce ve davranışlardan arındırmak.
İşte bireyin saadeti, huzuru, doymuşluğu burada…