İslâm Bayraktarlığı

Türklerin İslâm’la şereflenmeye başlamış olmaları miladî onuncu asrın başından sonraki tarihlere tekabül etmektedir. Miladî 751 yılında Abbasilerle Çinliler arasında yapılmış olan Talas Savaşında Karluk Türklerinin Müslümanların yanında yer almış olması, Türk-Arap ilişkilerini olumlu yönde etkilemiştir. Böylece Karluk Türkleri, onuncu asırdan itibaren kalabalık guruplar halinde İslâmiyet’i kabul etmeye başlayacaklardır. Millet olarak Türklerin İslâm la şereflenmiş olmaları, gerek Türk ve gerekse dünya tarihi açısından çok önemli hadiselerden biri olarak kabul edilmektedir.

Tarihçilerimiz Türklerin İslâm’la şereflenmiş olmalarının bir sebebini de, Türklerin İslâm öncesi inançlarıyla İslâm inancının benzerliklerinin bulunması olarak ifade ederler. Bilindiği gibi Allah Teâlâ her kavme bir uyarıcı/peygamber göndermiştir. Ancak bunların hepsi Kur’ân’ı Kerimde zikredilmemiş olup, sadece yirmi sekiz tanesinin ismi zikredilmiştir. Bundan dolayı, asılları kaybolmuş olan dinlerde de az da olsa tevhit kırıntılarına rastlanılabilmektedir. Türklerin İslâmiyet’ten önceki dinleri olan Gök tanrı diniyle İslâm dini arasındaki benzerliklerin olması da, söz konusu ettiğimiz durumla alakalı olsa gerektir.

Türkler Müslüman olduktan sonra İslâmiyet’in korunup geniş alanlara yayılmasının yanında, İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesine de çok önemli katkı sağlamışlardır. Müslüman olmuş olan Türkler, özellikle Abbasilerden itibaren halifelik orduları içerisinde yer almaya başlayacaklardır. Abbasi orduları içerisinde görev yapmaya başlamış olan Türkler Bizans tehlikesini önlemek üzere, Abbasiler tarafından o dönemler için Bizans-Abbasi sınırını teşkil eden ve “Avasım” adı verilen Antep, Urfa ve Tarsus gibi yerlere yerleştirileceklerdir. Ayrıca, aynı dönemde Türkler için Bağdat yakınlarında “Samarra” denilen bir şehir kurulacaktır.

Türkler İslâm’la şereflendikten sonra çeşitli coğrafyalarda kurmuş oldukları farklı devletlerle, İslâmiyet’in yayılması ve savunulması adına adeta İslam’a “Bayraktarlık” yapmışlardır. Şu gerçekliği de ifade etmek yerinde olacaktır ki; Türklerden önce İslâm’ın bayraktarlığı görevini bir dönem Araplar yapmışlardır. Özellikle Asrısaadet dönemi ve ondan sonra gelen ‘Dört halife’ dönemiyle beraber ‘Emevî-Abbasi’ dönemlerindeki Araplar, İslâm’ın kıtalar ötesine taşınmasına çok büyük katkıları olmuştur. Bu anlamda, İslam devletinin sınırlarının bir taraftan Afrika’nın en batısı ve Endülüs’e, bir taraftan da Ortaasya steplerine kadar uzanmasında o dönem Arap Müslümanlarının çok büyük katkıları olmuştur. Daha sonraki dönemlerde İslâm’ın “Bayraktarlık” görevini İslâm’la şereflenmiş olan Türkler devralmıştır.   

Ecdadımız olan Türkler bu mukaddes görevi ortalama olarak bin yıldır sürdürmektedirler. Ecdadımızın özellikle Büyük Selçuklu Devletinden itibaren Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devleti dönemlerinde yapmış oldukları hizmetleriyle, “İslâm bayraktarlığı” sıfatını fazlasıyla hak ettiğini düşünüyoruz. Bu anlamda Büyük Selçuklular hedeflerine Anadolu’yu koymuşlar ve Anadolu coğrafyası bu dönemde İslâmî anlamda dönüştürülerek Müslümanlaştırılmıştır. Osmanlılar ise hedeflerine Balkan coğrafyasını alacaklardır. Osmanlı Devleti döneminde Balkan coğrafyasında yapılan birtakım taktik uygulamalarla, başta Boşnaklar olmak üzere bu coğrafyada yaşayan birçok millet İslâm’la şereflenmiştir.

Birçok yerli ve yabancı araştırmacıya göre, tarihte varlığını yüzde yüz İslâm’ın ideallerine adayan tek millet Türk milletidir. Gerçekten şanlı ecdadımız İslâm’ın ideallerini o kadar samimi bir şekilde kabullenmişlerdir ki, söz konusu idealler onlar için adeta bir hayat-memat meselesi haline gelmiştir. Bu gerçekliği, Cumhuriyet dönemi Türk tarihi araştırmalarında önemli bir yeri olan İngiliz asıllı Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu isimli eserinde şu şekilde ifade etmektedir:

“…Kuruluşundan düşüşüne kadar Osmanlı İmparatorluğu, İslâm gücünün ve inancının ilerlemesine ve savunmasına adanmış bir devlet idi. Osmanlılar altıyüzyıl, ilk önce, esas itibarıyla başarılı olarak, Avrupa’nın geniş bir kısmında İslâm egemenliğini kurma çabasıyla, daha sonra da batının anmasız karşı saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli artçı harekâtıyla hemen hemen devamlı olarak Hıristiyan Batı ile savaş halinde idiler. Onun halkı her şeyden önce kendini Müslüman sayardı.” 

“…Osmanlı Türkleri kendilerini İslâmlık ile özdeş görmüşler, diğer herhangi bir İslâm ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslâmlık içinde eritmişlerdi. Türk sözcüğü Türkiye’de hemen hemen kullanılmazken, Batı’da Müslüman’ın eşanlamlı haline gelmesi ve Müslüman olmuş bir Batılıya, olay İsfahan’da veya Fas’ta olsa bile ”Türk olmuş” denmesi ilginçtir.” 

Yukarıdan beri izah etmeye çalıştıklarımız, ecdadımızın “İslâm bayraktarlığı” sıfatını fazlasıyla hak ettiğini ortaya koymuş bulunmaktadır. İslâm dünyası olarak şu anda geldiğimiz nokta itibarıyla “İslâm’ın bayraktarlığı” emanetinin hangi millette olduğu belki de çok net değildir. Fakat bu konuda en büyük potansiyel ve birikim yine Türkiye’mizde olsa gerektir. Gönlümüz ister ki Büyük Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi, böylesine mukaddes bir davayı yeniden bizler üstlenebilmiş olalım. Millet olarak bizlerde üzeri biraz küllenmiş de olsa böyle bir cevherin her şeye rağmen hala mevcut olduğuna inanıyoruz. İş, bu mukaddes davayı omuzlayabilecek kapasiteye sahip olan gönül erlerinin sorumluluk duygusuyla hareket ederek sahaya inmeleridir. Netice itibarıyla bizler zaferden değil seferden sorumluyuz.