En meşhur sergi yeri de en eski halin altında, yeraltına alınmış ve şehrin kanalizasyonu karışmış meşhur Şeker Deresi kenarında, nem, küf ve başka kokular arasında okuduğumuz yerdi. Orası hem geniş, hem tenha, hem de gideceğim Kılavuzlu köyünün kamyonlarının kalktığı yerdi.
Hatta bir gün kitaptan başımı kaldırdım, vakit geçmiş, arabalar çoktan gitmişti. Çantam ve ceketim kamyondaydı. Ne yapacağımı şaşırdım. Mecburen yaya yola düştüm. Eve vardığımda gece saat kaçtı bilmiyorum. Herkes yatmıştı. Ayşe ablamın yatağına kıvrıldım yattım. Tabi ki herkesten sonra kalkan bendim. Uyandığımda herkes başımdaydı ve soru yağmuruna tutulmuştum.
Bizim evde gördüğüm ve severek okuduğum iki kitap vardı. Birisi Cemal Ertan’ın küçük üç cilt halinde basılmış “Dini Hikayeler” idi. İkincisi de Said Nursî’nin “Küçük Sözler”di. O sırada Ali Rıza Sağman’ın “İslam Fütühatı” kitabını da okumuştum. Sanırım içinde yer yer çizilmiş asker ve harp sahneleri yüzünden dikkatimi çekmiştir. Evet, evde kitap bulunmasının böyle hayırlara vesile olduğu yaygın bir vaka oluyordu…
Sonra ilkokulda küçük çocuk hikayelerini tanıdım. İmam Hatipte de romanı tanıdım. Derken Milli Eğitimin bastırdığı şark ve garp klasiklerini. Böyle başladı okuma maceramız ve öylesine devam etti gitti.