ALİ BÜYÜKÇAPAR VE “MÜLK-İ BEKA”

Geldiğinde elinde bir poşet vardı ve ben onun içindekini elimle koymuş gibi biliyordum; son kitabı “Mülk-İ Beka”. Öptüm, başıma koydum ve bereket için dua ettim esere de müellifine de teşekkürlerimle.

1. Hoş Bir Ziyaret

Telefonum çaldığında başımı çevirdim, “sürpriz” dedim içimden, ekranda gözüken isim içimi ısındırmıştı. Sevdiğim ama hayat icabı az görüştüğüm bir dost; Ali Büyükçapar.1

Selam kelamdan sonra benden görüşme talep etti. Sevinçle saat 17.00’yi kararlaştırdık.

Geldiğinde elinde bir poşet vardı ve ben onun içindekini elimle koymuş gibi biliyordum; son kitabı “Mülk-İ Beka”. Öptüm, başıma koydum ve bereket için dua ettim esere de müellifine de teşekkürlerimle.

Söz hatıralardan açıldı, en kolay yoldan gidiyorduk. Hatıralar kıymetli oldukları kadar, ortak yanı olanlara hoş sohbet kapıları açmasıyla da değerlidirler. Oradan girersin, artık ucu nereye çıkarsa...

Ben de zihnimi yokladım şöyle bir, “nereden başlıyordu” diye ortak anılarımız. Gidebildiğim en erken nokta, Ali Beyin lise yıllarıydı. Aynı yolda seyrederken Kazancı Camisinde veya o muhitte karşılaşmıştık. Hatıralarda yazdığı yanındaki gençleri de o yıllarda tanıyordum. Gözümün önüne uzun boylu, ince, zarif, kıvırcık saçlı, beyaz benizli bir genç geliyor. Bakışları masum, gözleri daha çok yerde, arada iri gözleriyle bakarken bir şeyler arayan, soran, sorgulayan, sanki havarilerin toplantısından yeni çıkmış saflığında bir genç.

Sübhanellah.

Lisede böyle bir genç...

Pozitivizmin resmi ideolojinin en büyük desteği olarak sunulduğu, din ve dine dair her şeyin küçümsendiği sorun yumağı bir liseden böyle gençlerin zuhuru...

Acaba bu İslam’ın büyüklüğünden miydi, bu gençlerin kendilerinden miydi, yoksa arkalarında büyük hatırlı bir muhteremin kabul olmuş dualarından mıydı?

1. Eğitimci yazar. 5 Kasım 1968’de Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve orta eğitimini Kahramanmaraş’ta yaptı. Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi (1990) bitirdi. Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta öğretmenlik yaptı. Yüksek lisans çalışmasını  “Din Felsefesi” alanında Erciyes Üniversitesinde tamamladı (1999). Mülk-i Beka’da yazdığı on kitabının isimleri verilmiştir.

 

2. Liseden İlahiyata

Liseden sonra daha çok tıp tahsili yapmak isteyen bu genç, kimi sevdiklerinin telkinlerinden etkilenerek İlahiyat Fakültesini de tercihlerine eklemişti. İşte bu seçenek onu Konya’ya götürmüştü. Başlarda memnun değildir bundan, ama bu ülkede sevdiği alanda resmi eğitim alabilen kaç bahtiyar vardır ki!

Buradan bazı isimler ve adresler alarak gitmiştir Konya’ya. Az çok benim de tanıdığım güzel bir çevre içinde yaşamaktadır artık. Buna da sevinmiştim. Zira bilmediğin bir kentte en zor mesele, kalacağın bir yer bulmadır herhalde.

Sonra hatıralarından okudum ki, bir hayli etkilenmiş o çevreden. Maddî manevî gelişmiş, yeni dostlar edinmiş, gurbetin ağırlığını kısmen hafifletmiş. Bu arada umulmadık acılar da yaşamış hayat gereği. İnsan bu, sınavda dünyada, hem de ölünceye dek bitmeyecek biçimde...

 

3. Ah Deprem!

Söz döndü dolaştı, kitabına geldi. Depremde bütün kitaplarını kaybettiğini öğrendim, belgeler, resimler üzerinde konuşurken. Kitaba eklediklerinin çoğunu da eş dosttan toplamış. Hafızasını kaybeden insanlara çok acırım, kitaplarını kaybedenlerin acılarını da yazmıştım “Kitap Sevgisi” eserimde, ama şimdi bu acıyı bir dostumun sesinde ve gözlerinde yaşıyordum.

Maraş depremi bir anda, ama ağır çekime yakalanmış gibi uzayıp giden bir anda, Hartlap bıçağı gibi kesti sohbetimizi. Kim demiş “bir an” çok kısadır diye.

“Ne bilsin müneccim-u muvakkitler
Hastalara sor kim geceler kaç saat”...1

1Elmalılı Hamdi Efendinin tefsirinde böyle okumuştum. Ama sonra gördüm ki Sabit’in şu mısraları pek meşhur:

Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat" .

 

4. Beraber Çalıştık Ama

Ali Bey ile uzun yıllar İmam Hatipte beraber çalıştık. Ama çok yan yana gelemedik. O bazen Anadolu kısmında, bazen kızlar bölümünde idi. Ayrı binalar yani. Bazen aynı binada olsak da teneffüs on dakika. Derin sohbetlere fırsat mı veriyor?

Ali Beyi farklı seviyor olmamın sebebi okuyor olmasıdır. Gördüğüm kadarıyla alanından çok edebiyat, felsefe, genel kültür üstüne idi okumaları daha ziyade. Yanında çantası olurdu muhakkak. Söylemeye ne gerek, içinde mutlaka kitaplar, defterler, kalemler vardır. O zamanlar tablet kullanmak yaygın değildi. Çanta taşıyanlar o kadar alışmışlardır ki bu kutsal yüklerine, almasalar yanlarına, dengeyi bozacak ve bir taraflarına devrilecek gibi sanırlardı. Bu benzetme benden değil, “çanta olmazsa dengemi bulamaz, yan yatarım” diyen meslektaşımız Abdullah Çiftçi’ye aittir.

Benzeşen yönlerimiz vardı, mesleğimiz, manevi çevremiz, okuma aşkımız, öğretme azmimiz, eğitim, davet ve tebliğ çabamız ve yazmamız gibi. Altınoluk dergisinde bir ara beraber yazmıştık. Okul dışında o da değişik mekanlarda konuşmalar yapar, camilerde vaazlar verirdi benim gibi. Bunu takdir ederdim. Yüzlerce meslektaş içinde bu çabada olan kaç kişi vardı ki...

Bu çabalar bizi birbirimize sevdiriyordu. Sağolsun o daima sakin duruşu, pes perdeden çıkan saygılı ve edepli sesiyle nazik ve kibar konuşması ve değer veren tavırları ile hep kendini sevdirmişti. Fakat bunu layık bulmadıklarına göstermezdi. Hatta hak etmeyene mudârâ bile etmez, gereksiz iltifatta hiç bulunmazdı. Bu yüzden bazıları onu kibirli ve kendini beğenmiş bulur, yalnız bırakırlardı. Vaktin kıymetini bilen birisi olarak bunun zaten onun bir arzusu olduğunu fark ederler miydi acaba?

Aslanlar yalnız gezer. Bu hayatta yalnızlar, daha çok, herkesin ulaşamadığı zirvelerde mekan tuttuklarından, maddî veya manevî malum o kaderi yaşarlar. Bu bir şikayet konusu durum mudur, yoksa ganimet bilinen bir nimet midir, seviye bildiren bir ölçme değerlendirme keyfiyetidir.

 

5. Hizmet Alanı Geniştir

Ancak o benim iltifat etmediğim kimi çabalar içindeydi. Fazla demez, fuzulî bulmaz, kârı az görmez, bulduğu her imkanı değerlendirirdi. Mesela Maraş’ta çıkan, okunup okunmadığı müphem bazı gazetelere yazılar verir, edebiyat sayfaları düzenlerdi. Belki de yazma disiplini kazandırdı bu çabalar, en azından böyle bir yararları vardır, eleştirmiyorum. Bana göre zaman törpüsüdür bunlar. Daha faydalı ve kalıcı çalışmaların vaktini işgal etmiş olmuyorlar mıydı acaba?

Yine ilginçtir, radyolarda programlar yapardı. Bir defa benimle musahabe etmişti bir radyoda. Bulursa televizyonda da olurdu.

Aslında radyo ve televizyon çalışmaları önemlidir, ihmale gelmez. Bir davetçi olarak biz de gittik bir zamanlar televizyonlara. Tv. 46 ve Birlik tv. vardı bir tarihte. Lakin sanırım söylemlerimiz düzenin ve dolayısıyla kendilerinin ilkelerine aykırı bulundu ki, bu iki tv.den de ister istemez alakayı kestik.

“Alakayı kestik” deyince klıma gelen beni güldürdü; hani adama demişler: “Adın ne?” Demiş: “Mülayım”. Gerisini biliyorsunuzdur...

Bizimkisi şuna benzedi herhalde: “Gülünç Hakikatler”de okumuştum. Üstat NFK trenle Anadoluya gidecektir. Gara girdiğinde anlar ki geç kalmış, treni kaçırmıştır. Çaresiz yazıhaneye geri döner. Onu görenler taaccüple sorarlar:

- Hayırdır üstat, treni mi kaçırdınız?

Cevap üstatcadır:

- Ne münasebet, kovdum gitti!

Mevcut Aksu tv. ise bize göre ha var ha yok. Acaba bu televizyonun bırakın memleketi, Maraş ilim, kültür, sanat hayatına dair bir derdi var mıdır? Rekabet yokluğunun sonuna kadar tadını çıkarıyorlar. Ne diyelim, imkanları olup ta seyirci kalanlar utansın!

 

6. “Mülk-i Beka” Nedir?

“Mülk-i Beka” koymuş Ali Bey kitabın adını. Garip. Bence Ali Bey kitaplara isim bulmakta biraz bahtsız. Bu ilk kitabı “Malabadi” için de böyleydi.

“Neden” sorusuna açıklık getirecek olan Yunus’un:

Milk-i bekâdan gelmişem
fânî cihânı neylerem
Ben dost cemâlin görmüşem
Hûr ü cinânı neylerem

mısraları da yok kitapta. Onun yerine “anlamazsanız anlamayın, gam değil” dercesine Niyaz-ı Mısrî’den bir şiir koymuş. Ne diyelim, canın sağolsun.

Kapak güzel, kağıt kaliteli, baskı hoş ve sağlam. Eline alır almaz “taşra işi” diye bağırmıyor. Ali Bey estetiğe hassas. Emeğin değerine parayı kurban etmiş. Tebrikler. İthafı okuyunca içimiz sızladı, rahmet okuduk, hayır dualar ettik.

Kitap 239 sayfa. Dizin iyi olmuş. Aradığınızı bulmakta çok yardımcı. Her kul gibi ben de ismime baktım önce. Karşıma çıkan bana “bu kadarcık mı?” dedirtti: “Nar Cemal 131”. Az bulduğumu itiraf edeyim.

Kitap 171. sayfada bitiyor. Ben daha ayrıntılı anılar beklerdim. Ama “milletin kalın kitap okumaya mecali mi var?” derseniz, “haklısınız” derim.

Bir kitabı tanımanın en kestirme yolu önsöz, sonsöz, arka kapak yazısı, içindekiler ve dizin’e bakmaktır. Ben de kitap hemen bitmesin diye oralarda biraz dolaştım. Çünkü içine girersem bizim mahalleyi bulacağımı biliyordum. Tadını çıkarmak için nazlı okudum biraz. Nitekim ilk karşıma çıkan bizim mahalle oldu. Babamın memuriyeti icabı biz de Nahırönü’nde oturmuştuk. Sokakbaşı bizim köylerin araba durağıydı. Muallim Hayrullah İlkokulu, son sınıfı okuduğum mektepti. Tarif edilen ara sokaklarda ne kadar yürümüşlüğüm var.

7. Gelelim Kitaba

Kitabı okumaya başlayınca karşıma çıkan ikinci tanıdık, o sevimsiz kara fakirlik! İnsanı azdıran, isyan ettiren, Sevgili Peygamberimizin “Neredeyse kafirlik olacak” dediği o kara, kötü, zor fakirlik. Ancak aile, akraba, konu komşu ilişkileri ve yardımlaşmalarıyla üstesinden gelinmeye çalışılan genel yoksulluk.

O günkü dede nine amcalarla beraber yaşanan, bugünkü çekirdek aile yerine, o günkü köklü ve dallı budaklı aile. Eğer o günlerde Batı tarzı yaşam biçimlerinin zorladığı bu çekirdek aile olsaydı. Çok evde insanlar ölür de kimsenin kolay kolay haberi olmazdı.

Kitabı okudukça tanıdıklar çoğalıyor. Meğerse aile kökleri Maraş’ın ya Kızılseki, ya Sır gibi batı köyleri. İkiside bizim Hartlap’tan geçiş vizesi alamazlarsa, menzili maksuda ulaşamazlar. Nihayet o günlerin sosyal hayatını, mekanlarını ve insan ilişkilerini buluruz kitapta.

 

8. İlk ve Orta Öğretim

1968 doğum günü olursa, demek ki ben o mahallede 1965 yılında Muallim Hayrullah ilkokuldaydım. O günlerde eğitim de ekonomi gibi bozuk. Hala da öyle ya! Bu bir sistem sorunu. Ekonomiyi düzeltmek, eğitimi düzeltmekten çok daha kolay. Çünkü eğitim daha bir dışa bağımlı, daha derin vesayet altında, daha büyük bir denetim ve gözetime tabi.

Neden?

Çünkü maalesef İslam medeniyetinden zorla, cebir ve şiddetle çıkarılmış, bize külliyyen yabancı Batı medeniyetine dövüle sövüle, ite kakıla, çirkin bir aşağılama ile sokulmuşuz. Bu korkunç devrimi tabii, haklı, hatta kaçınılmaz gösterebilmek için hem İslam, hem tarih ve medeniyetimiz, hem yaşama biçimimiz kötülendi, aşağılandı, alaya alındı. Kimliğimiz kayboluyor, şahsiyetimiz kalmıyordu bu eğitimde. Bir de okulsuzluk, öğretmensizlik, kitap defter kıtlığı vs. eklenince, millette okuma aşkı da kalmıyordu. Oysa ilim iyiydi, güzeldi, faydalıydı, kalbi celbediyordu. Lakin sonu varıp küfre dayanan bir eğitimi hangi müslüman kabul edebilirdi?

Maalesef ülke tezatlar ülkesiydi...

Memleket insanı “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” idi. “Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz”1 feryadı her cins kafada bir çığlıktı...

Ali Bey çocukken de okulu ve okumayı sever. Evinde okumaya zemin hazırlayan kitaplar vardır az da olsa. İlkokul çocukça geçer. Ortaokulda sağ sol kavgaları ile karşılaşır. Lisede iken anarşi her yeri sarmıştır. Ülkeyi yeni bir darbeye hazırlayan ifritler iş başındadır. Ben de hatıralarımı yazdım ve o günleri bir öğretmen olarak yaşadım. Ben yeni atanmış heyecanlı bir öğretmen, Ali Bey genç bir lise talebesi, okullarda itile itile 12 Eylül darbesi cehennemine atılıyoruz.

Bereket versin o günlerde bazı iyi öğretmen ve hocalarla tanışır Ali Bey. Onlardan çok istifade eder. Sağ sol ve kısır siyasi çekişmelerden kısmen kurtulur. Ülkeyi, sistemi, ideolojileri, meşrepleri, siyaseti, İran devrimini okuyup tartışırlar. Benim edindiğim izlenimlere göre bu okumalar derinlikli ve hazımlı değildir. Zaten bunu o gençlerden beklemek de haklı değildir. Ne var ki onlara kalırsa, dünyayı değiştirmeleri işten bile değildir. O hızla Konya İlahiyat Fakültesine gider. Lakin iş ciddidir ve sükutu hayaller yaşanmaya başlar. Çözüm cemaatte iyilerle beraberlik ile yeni ve derin okumalardır.

Bizim ilk karşılaşma ve tanışma günlerimiz de herhalde o sancılı günlerdedir.

------------------------
 

1NFK “Destan” şiirinden:

Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.

 

9. Konya İlahiyat ve Yeni Bir Çevre

Konya yılları darbe yılları sonrasıdır. Darbe yıkım demektir ancak anarşi, terör ve ölümler bitmiştir. Ne var ki sosyal hayat, özellikle de dini hayat büyük bir baskı altındadır. Bu baskı Fakültede de hissedilir. Vatanın en özgür alanları olması gereken üniversiteler maalesef baskıyı en şiddetli bir şekilde yaşayan yerlerdir. O yüzden hocalarından da biraz şikayetçidir. O okullarda olmaması gereken ilmi seviyesizlik ve karakter eksikliği üzer onu.

Acaba şu cümlelerde mübalağa ne kadardır? Bence kitapta bir hayli mevcut olan abartılara bir örnek de olabilir. Sizce şunlar ne derece doğru olabilir:

Beş yıl bu dersleri bilen ya da bildiğini zanneden kişilerden okuduk. Sözüm ona akademik unvanları olan bazı kişilerin kaprislerini yaşadık. Bir ders nasıl anlatılamaz ve zorlaştırılıp öğretilmez, bu derslerin hepsinde yaşadım. Bize hocalık yapan bu öğretmenlerin o makam ve mevkiye nasıl geldikleri hakkında bir şey bilmiyorum ama sonraki yıllar bunu bana çok acı şekilde öğretince kahroldum”. (Sayfa 82-82)

Ne var ki hoş bir manevi çevre içindedir. Doktor Baybal abi dediği dervişmeşrep, fedakar bir insandan çok etkilenir. İbadetler, sohbetler, hizmetler, zikirler, az yeme ve içmelerle desteklenmiş manevi bir iklim içinde Allah’a doğru bir yürüyüş içindedir. Anlattığına göre sağlam bir seyru süluku da vardır. Ama bu arada bu hayata ters düşerek yakışmayan bazı tutumlar ve düşünceler de vardır.

Bunlar neler midir?

Mesela İlahiyat fakültesine girdiğine pişmandır. Gönlünden tıp geçmektedir. İnsanların ilahiyata ve hocalara bakışlarından bizardır. Bir doktora, bir hakime, bir mühendise verilen değeri asla bir hocaya vermemektedirler. Ne var ki bu bilinen acı gerçeklerdendir. Bu Batıcı, laikçi vesayet sistemi çok hoca ve şeyh kesmiş, zindanları onlarla doldurmuş, mesleklerinden ihraç ederek açlığa ve dilenme zilletine mahkum etmiştir. Sistem ve siyaset üstüne üç kitap okuyan bunları bilir.

Hele şu olaya çok güldüm, Konya’da kendilerini davet eden bir adam iftara bazı yemekler hazırlamıştır. Afiyetle yemişler, teşekkür ve dua etmişler. Fakat ikinci gün tıp öğrencilerini davet etmişler. Bir arkadaşı “hadi beraber gidelim” deyince gitmiştir. Ne görse beğenirsiniz? Onlara çıkarılan yemek çok daha başka, yani çok daha çeşitli, kaliteli ve lezizdır. Buna öfkelenir haliyle...

Lakin bunun takıntı haline gelmesi, o manevi seyrü süluku yaşayana ne derece yakışırdı? O ortamda sigaraya başlaması? Ankara ve İstanbul’da tıbbiyelilerin çevresinde imrenerek gezmesi?

Ve nihayet sayfa 87 ve 98’de anlatılan haleti ruhiyeler... Felsefî ve psikolojik tahliller... “Ben, madde, akıl, bilgi, hayat, ölüm”... üstüne çekilen düşünce çileleri, çözümleme çabaları vs. Oysa “bu zamana kadar okuduğum” dediği kitaplar, ilimler ve yaşadığı manevi çevresi böyle buhran derecesinde düşünceler yaşamaktan onu korumalı ve kalbini sekinetin, tatmin etmenin serin sularında yatıştırabilmeliydi.