İçinde bulunduğumuz zamanın sıkıştırmaları karşısında bazen bunalıyoruz, sağa sola bakıyor ve bir yardımcı arıyoruz. Bir teselli, bir tutamak, bir dert yoldaşı, “kabz”ımızı “bast”a çevirecek nur yüzlü birisi…
Sağdan soldan eli, beli, beyni silahlı çeteler ve eşkıyalar hakkımıza hukukumuza saldırıyorlarken, bizi kurtarmalarını umduğumuz, hatta bunun için görevlendirdiğimiz ve ücret verdiğimiz insanların ihanet ettiklerini görüyor ve ümitsizliğe kapılıyoruz.
Bazen Akifcesine,
“Ya Rab! Bu karanlık gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi yoksa biçarelerin yoksa felahı?”
Diye inleyip duruyoruz.
“Yok mu bir kurtarıcı?” diye bakışlarımızı dünyaya çeviriyoruz, aldığımız en büyük yardım, sadece acıma kırıntıları. Gülenlerin yanında ağlayanlar ve dua edenler de var, ama derde derman olamıyorlar…
Bildiğimiz gibi alıp sattığımız pazarımız, istediğimizi ekip biçtiğimiz tarlalarımız yok. Mabetlerimizi tırnaklarımızla dikiyoruz ama içini dolduramıyoruz. Dinimizi imanımızı öğretecek okullarımız yok. Medeniyetimizin medresesi, tekkesi, dergâhı, imarethanesi, vakıfları, ribatları yıkılmış. Yarım yamalak olanlar da bin bir perişanlık içinde. Demir pençeli ahtapotlar kuşatmış, yutmaya hazırlanıyorlar bütün bir varlığımızı. Kızlarımız, kızanlarımız canavarlarla cehalet arasında sıkışmış kalmışlar.
Bize ateşten bir gömlek giydirmeye çalışıyorlar. Biz o gömleği giydiğimizde ne dinimiz kalacak, ne imanımız. Ne örfümüz kalacak, ne âdetimiz. Hatta ne benliğimiz kalacak, ne kişiliğimiz. Biz, ya Yahudi olacağız bize gösterdikleri yolun sonunda, ya Hıristiyan. Ya da tanrıtanımaz bir dinsiz imansız.
Ama asla! Asla olmayacağız! Asla, asla, asla…
Ucunda ölüm de olsa, dinimizden dönmeyeceğiz. “çağdaş yaşam, batıcılık, sekülerizm, laiklik, pozitivizm, ateizm…” adı altında bize dayatılan dinsizliği asla kabul etmeyeceğiz.
Bizim haklarımızı elimizden alarak utanmadan “ancak bir parya gibi, ikinci sınıf bir insan, bir köle gibi yaşamaya razı olursak” varlığımıza lütfen tahammül edebileceklerini söyleyen insan müsveddelerini asla tanımayacağız.
Aslında bizim bütün zayıflığımız, acizliğimiz, dolayısıyla acımız ve üzüntümüz, kendi güç kaynağımızdan kopmaktan kaynaklanmaktadır. Kendi güç kaynağımız, “kendisinden başka güç ve kuvvet olmayan” ulu Allah’tır. Biz ondan uzak düşmemizden çekiyoruz ne çekiyorsak. Ona döndüğümüzde, Kur’an aracılığı ile O’nunla konuştuğumuzda, bütün gam ve kederimiz bitiyor, bütün karanlıklar dağılıyor ve bütün putlar yere serilip kırılıyor.
O, bizi deneyeceğini söylüyor. Herkes denenecek. Geçmişte kalanlar denendi, siz de deneneceksiniz. Bundan kaçış yok.
Evet, imtihandan kaçış yok…
Bu denemeden, bu sınamadan, bu sınavdan başarılı çıkmanın yolunu ve yordamını Allah Teâlâ bize açık seçik anlatıyor Kur’an-ı Kerimde. Hatta bizden daha kötü şartlarda, daha olumsuz ortamlarda yaşayanların ve kazananların, bazen de kaybedenlerin kıssalarını anlatıyor bizlere, hisseler almamız için.
Bir Hz. Yunus vardı. O kadar bunalmıştı ki, izinsiz çekmiş gitmişti ülkesinden. Sorumluluklarını arkasına atmıştı farkında olaraktan veya olmayaraktan.
Ne oldu?
“Denize atıldı” diyor Kur’an-ı Kerim. Ve bir balık yuttu onu. Denizin karanlıklarında iken bütün insanlar dostu olsa ne yazar? O dolaşıp duran koca balığın karnından kim çıkarabilir onu? Kimse çıkaramaz. Kimsenin gücü yetmez buna, çok isteseler bile…
Ama sadece ve ancak biricik Allah Teâlâ’nın gücü yeter buna. Yukarıda, “kendisinden başka güç ve kuvvet olmayan” ulu Allah” demiştik ya, ancak onun gücü yeter ve Hz. Yunus işte O’na yalvarma akıllılığını yaptı. O mu yaptı, yoksa ona Allah mı yaptırdı? Derin mevzular…
Ve Yunus O’na yalvardı. Yalvardı ve kurtuldu.
Hz Musa’nın kıssası da anmaya değmez mi?
Firavun bir güçlü devletin başı. Hz. Musa ve kardeşi Harun, ezilmiş bir milletin iki ferdi. Hatta birisi, aranan bir suçlu.
Bu iki güç çarpışırsa, hangisi galip gelir?
Sayıya, silaha, servete, satvete iman eden materyalistler, maddeperestler, “Firavun” derler haliyle. Allah Teâlâ’ya iman edenler, O’nu bilen ve O’na dayanan ve güvenenler, hiç şüphesiz “Allah” derler. Netice de dedikleri gibi olur. Bunu okuduk hep Kur’an-ı Kerimde ve tarihte.
Peki, biz niye şaşkın ve üzgünüz? Niye kendimizi kahrediyoruz Allah’a dayanmak varken? Akif’in dediği gibi,
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hükmüne râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol...”
Evet, yol budur. Başka yol bilmiyor Akif. Bilse söylerdi. Akif âlim adamdır, olsaydı bilirdi…
öyleyse soruyu bir daha soralım kendimize: Peki biz niye şaşkın ve üzgünüz? Niye kendimizi kahrediyoruz Allah’a dayanmak varken?
Hiç!.. Cehaletimizden ve Allah Teâlâ’ya kullukta gevşekliğimizden. Biz kendimize kalırsak, şüphesiz zayıfız, hatta hiçiz. Ama Allah’a dayanır ve O’nunla olursak güçlüyüz, hatta her şeyimiz.
Bunu bilmek bile bütün üzüntülerimi giderdi ve beni neşelendirdi. Biz, hazine üstünde oturan fukaralarız yahu. Su başındayız, ama susuzluktan ciğerlerimiz kavruluyor.
Allah bizi ıslah eylesin. âmin…