Sözü eğip bükmeden açıkca söyleyelim: “Müslüman” Allah Teala’ya teslim olan ve artısız, eksisiz ve pazarlıksız İslam’a teslim olan insandır.
Biz de müslümanız hamdolsun ve bizim hayatımız İslâm merkezlidir.
Bu dini reddeden, bu dine ters düşen, veya bu dini yok sayan her inanç, ilke, davranış biçimi, ahlak değerleri ve yaşam biçimini kesinlikle reddederiz. Şu ya da bu sebeplerle İslam’ı bir bütün halinde yaşayamadığımız hallerde bile, en azından inanç bazında bu böyledir.
Bizim bütün inancımız, ibadetimiz, ahlakımız, sosyal, siyasal ve ekonomik kanaat ve kanunlarımız, hiç kuşkusuz önce dinimizden doğar. Bütün bunlardan örfler, adetler, töreler oluşur. Bir toplumda olağan olan da bütün bunlardan o toplumun muhtaç olduğu yasaların oluşmasıdır.
Oysa batı medeniyeti ve onun ülkemizdeki uzantısı olan batıcılık, doğrudan dinimize ve yaşam tarzımıza düşmanlık yaparak manevi hayatımıza kasdetmiştir. Bütün şikayetlerimizin, sosyal, siyasi, iktisadi buhranlarımızın kaynağında, İslâm’ı inkar vardır. Yaşanan sosyal depremin altında açıkçası İslâmsızlık yatıyor..
Said Halim Paşa, yerinde bir soru soruyor: Birisi çıkıp ta Almanlara, kurtuluşlarının ancak Alman kültür, medeniyet ve irfanını bırakmakla kabil olacağını söylemiş olsa, acaba nasıl bir karşılık görürdü? Böyle bir iddiada bulunan "Alman" hele de bir "Alman ıslahatçısı" sayılır mıydı?1
Bir Alman, bir Fransız, bir İngiliz, bir Yunanlı için asla olmayacak olan bizim için niye olsun?...
Nerde bizim aklımız, fikrimiz, iz’anımız, irfanımız, tecrübemiz.
Ama maalesef bizde olan budur....
"Batılılaşma,' "çağdaşlaşma", "Aydınlanma" adı altında, maddi vatanımız için o kadar kan akıtmamıza rağmen gönüllü esareti kabullendi aydınlarımız, ıslahatçılarımız....
Ve millete zorla, baskıyla, kan ve can pahasına kabul ettirdiler milliyetsizliği. Yani manevi vatansızlığı, manevi esareti....
Neden, niçin, nasıl ve hangi bir zaruretle?
Akıllı ve mantıklı bir cevabı yok bunun. Sadece takrir-i sükunlar, istiklal mahkemeleri var. Siyasetçilerden oluşan hakimlerin (!) görev yaptığı tekerlekli mahkemeler var.
Hadi orada önceleri iyi niyet vardı diyelim. Bize güzel bir elbise giydirmek istemişlerdi.
İyi de, bizim elbiseleri niye beğenmemişlerdi?
Hadi onu da sormayalım. Ama başkasının üzerinde güzel görünen (!) elbise, bize uymadı. çünkü kalıp başkasının bedenine göreydi. Halkımız “bu elbise bize uymadı" dedi. "Hayır" dedi aydınımız, "bu elbise çok güzel, onu kesemem. Onun yerine, senin vücudunun elbiseye uymayan yerlerini keselim. Böylece elbise üstüne uyar, gayet de güzel görünür.”
Şaka değil bu, gerçeğin ta kendisi. Ve bunu yaptılar. Bağırta bağırta kestiler milleti ve teselli için sadece “büyürsen unutursun” dediler ve dört gözle unutacağı günü beklediler. Ama halk hiçbir zaman unutmadı. Unutulacak şey mi bu yahu?
Ne yazık ki, bizi kasap gibi kesip biçenlere kötü söylemek bile yasak.... Hatta şikayetlenmek, sızlanmak bile... Yıkılan bütün kurumların altında kalan insanımız çürüdü, bozuldu, kokuştu. ülkenin her yerinden pis kokular geliyor. Ağzımızı, burnumuzu kapatmak çare değil. Elimizdeki, ayaklarımızdaki prangaları, yokmuş kabul etmek esaretten kurtuluş değil.
Gelin bizim dinimizden, kültür ve medeniyetimizden uzak olan bu yabancı vatandan; bizim manevi vatanımıza hicret edelim. Gelin bu fay hattını terkedelim. Kendi değerlerimizin sağlamlaştırdığı zeminlerde, dinimiz, örfümüz ve irfanımıza göre yeniden, sağlam bir toplum inşa edelim manevi vatanımızda.
Gelin bu sosyal depremden böyle bir ders çıkararak kıyamete kadar yaşayacak yeni bir inanç toplumu oluşturalım ülkemizde. Bizim ülkemizde, bizim insanımızla bizim medeniyetimizi inşa edelim yeniden… Dünya ve tarih bir kere daha görsün ders ve ibret alacağı iftiharımız uygarlığımızı...