önceki yazımızda size bu kitaptan bahsetmiştik. Kısaca içeriğini sunmuş ve bazı alıntılarla kitaba biraz daha yaklaşacağımızı söylemiştik. Bu gün size bu kitabın önsözü’nden alınmış birkaç paragraf sunmak istiyorum.
“İman, Peygamberimiz Hz. Muhammed (as) in Allah (cc) tarafından Kuran ve Sünnet ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen haberlerin, ilahi esas ve hükümlerin hem toptan tamamına, hem de ayrı ayrı her birine, Allah’ın ve Resulünün muradına, kasdına, dileğine uygun olarak iman etmektir.
Kişinin bu imanında kendi arzu ve ihtiyarıyla tereddütsüz olarak tam bir itaat ve teslimiyet içinde kalben tasdik ve dil ile ikrar ve itiraf etmesi esastır.
İşte Allah’a olan bu iman, O’nu bilmeyi, bilince de sevip itaat etmeyi gerektirir. İnsan ve toplum Allah’a iman ve itaattan sonra, ileride sayacağımız acı tecrübeleri yaşamayacaklar, belki en güzel örneğini asr-ı saadette gördüğümüz gibi cennet misali bir hayata daha bu dünyada kavuşacaklardır.
Bunun nasıl olacağını ispat eden siyasi, idari, hukuki, iktisadi, vicdani ve ahlaki hayatta İslam’ın getirdiği ve insanın kendine kalırsa asla erişemeyeceği ilahi kanunları belirten binlerce eser ve bu kanunların severek, isteyerek yaşandığı geçmiş tarihi asırlar vardır.
İslam’ın doğup geliştiği yıllardan bu güne Müslümanların tarihi ile kafirlerin tarihini şöyle bir mukayese ederek inceleyenler görürler ki, biri hep ilmi, medeniyeti, hürriyeti, meşvereti, eşitliği, kardeşliği, sevgiyi, saygıyı, yardımı, hizmeti, ahlakı, saadeti gerçekleştirmiş, Allah için cihadda bulunmuştur. öbürü ise daima cehaleti, taassubu, geriliği, esareti, zulmü, zorbalığı, keyfiliği, diktayı, güç ve kuvvetin sultasını, ahlaksızlığı, fuhşu, sınıflaşmayı, menfaat kavgalarını, sömürü için savaşı yaşamıştır.
“Orta çağın karanlığı” genelde İslam dünyasının dışında, özelde ise batıda, özellikle de Avrupa’dadır. çünkü küfür dünyası kop koyu bir “orta çağ karanlığı” yaşarken aynı zaman diliminde, Müslümanlar onlara göre bir “altın çağ”, bir “mutluluk çağı” yaşıyorlardı. “Orta çağ” denilince akla gelen “karanlık” sadece batıya mahsustur, küfre mahsustur. Müslümanların yaşadığı yerlerde karanlık olmaz. En azından olmamalıdır. Bu hükmün tek istisnası maalesef bu gündür, bu asırdır. Bunun da suçlusu asla İslam ve onunla arasına engeller konan müslümanlar değildir.
İstisna dediğimize biraz açıklık getirelim. Biz Müslümanların maalesef kendi kimliğimizden, imanî izzetimiz ve özlü medeniyetimizden ayrılarak, aşağılık bir taklit ile küfür medeniyetinin bütün sorunlarını, açmazlarını, az bir teknik karşılığında almamızdır. Allah’ın ikazına rağmen maddi üstünlüklerine aldanmamızdır. Bizi biz yapan değerlerden kaçmamızdır.
İçimizde bir bozgun yaşadık. Kendimizi değiştirdiğimiz için, Allah da bizi değiştirdi. Onun değişmeyen adetidir bu.
Ancak bu yıkılışımız, uzun tarihî süreç içerisinde radyasyon gibi üstümüze çöken bid’ad, hurafe ve yanlış yapılanmalar gibi tortulardan kurtulup yeniden yaman bir kalkış için belki de gerekliydi, bilemiyoruz.
Kitap ve sünnetten uzak düşen, Peygamberimiz ve Hulefa-i Raşidin’in tatbik ettiği şûra’ya dayalı bir idari sistemden ayrılıp, krallığa dönüşen, tecdid ve ihya düşüncelerinden uzak, mevcut her türlü statukoyu sorgulamadan muhafazaya çalışan, taklitle savunamadığı zamane balyozlarıyla sarsılmış, çatlamış, oynamış bir binayı, belki yamama ve sıvama yerine, yıkıp yeniden yapmak gerekiyordu.
Belki kalkışımız asr-ı saadetteki gibi bir dinamizmi yeniden yaşamak, bütün dünyaya arzedilecek İslam’ın aziz yükü altında ezilmeyecek yakîn bir imanı ve cihad şuurunu elde etmek içindir, bilemiyoruz.”
“İmanın Kıymeti Ve Korunması” adlı bu eserden artık burada söz etmeyeceğiz. İnşallah gerisini sizler kitaptan okursunuz. Hala “Dur bakalım, daha yazarını söylemediniz” diyenleriniz olursa, onlara Arapça okurken öğrendiğim bir şiirin tercümesiyle cevap vereyim:
“Herkes sever evladını. Ahmaklıkta misal Hubarâ kuşu bile.”