Bir toplum için en önemli mesele, yetişmiş insan meselesidir. Müslüman bir toplum için ise iyi yetişmiş insanların başında, İslamî ilimlerde kendisini yetiştirmiş insanlarımız gelir. Belki laik devlet düzeninde yetişmiş olanlar eskilerin tabiriyle bu “kaht-ı rical” yani “iyi yetişmiş adam” kıtlığı içinde en önemli yeri “İslamî ilimlerde kendisini iyi yetiştirmiş insanlarımızın alacağı” meselesini anlayamaz.
Eğer o bilseydi ki, İslam devleti, İslamî ilimler üzerine kurulu bir devlettir. O devlete gerekli olan yönetici, siyasetçi, hukukçu, iktisatçı, eğitimci, asker gibi insanları, İslam, kendi ilimleri ile yetiştirir. Bu alanların tamamında uygulamadaki belli biçim, şekil, kuruluş, işleyiş gibi tecrübelerin dışında bir başka din ve hukuka muhtaç değildir. İslam bir devlet ve toplumun bütün ihtiyaçlarına yeter, işte o zaman anlayacak ve İslam’ı hakkıyla kavrayacak oluşundan ötürü onu gönderene şükür edecektir.
Bir Müslüman âlime bu çağın yüklediği en büyük vazife, işte bu gerçeği insanlara anlatmak ve kavratmaya çalışmaktır. Kabul edelim ki, zihni materyalist, pozitivist, laik ve seküler bir anlayışla oluşmuş insanın bunu kabul etmesi çok zordur. Bu yüzden birçok şahsiyeti zayıf ilahiyatçılar, “bu çağın insanlarına bunu kabul ettiremeyiz” diyerek, İslam’ın bazı ahkâmını gizleme veya reddetme çabasına girdiklerini görüyoruz. Çok yazık!
Şunu iyi anlamak lazım; eğer insanların genel kabul veya retleri davette etkin olsaydı, hiçbir peygamber kendi kavmine İslam’ı anlatmazdı. Çünkü getirdiği din ile onların yaşadıkları çok farklı ve aykırı inanç, ibadet, hukuk ve ahlaktan oluşmaktaydı. Hiçbir peygamber, insanların genel kabulüne inmedi. Bilakis onları Allah Tealanın dininin üstün seviyesine çıkarmaya çalıştı. İnsanlara doğru tebliği doğru yöntemlerle yapmak lazım. Hidayete gelince, o Allah Tealanın elindedir. Çağın ilahiyatçılarına bunu iyi anlatmak lazım.
Bu açıdan bakıldığında İslam’a davet, tebliğ ve irşat için de kaht-ı rical sorunu yaşadığımız meydandadır. Bugün toplumuzun en önemli meselelerinden biri de, dini sağlam kaynaklarından doğru öğrenen, kendisi de yaşayarak onu insanlara anlatan âlim, mürşit, önder, rehber insanlara duyduğumuz ihtiyaçtır.
Davasının yükünü taşıyabilen, karşılık beklemeden, ihlas ve samimiyetle hizmet eden, insanlığın İslamsızlığını dert edinen, Müslüman da olsa yolda düşenlerin elinden tutup kaldırabilen şefkatli ve merhametli, ahlakta kemale ermiş insan. Kalbi istikamette mutmain, nefsinin hevasını iman ve iradesiyle dizginlemiş insan. Kalbinde kin ve öfke değil, şefkat ve merhamet çağlayan insan. Kendini değil, hep kardeşlerini, insanlığı düşünen insan…
Ne kadar azlar ve biz onlara ne kadar muhtacız!
Onlar, İslam’ın kendilerine yüklediği mesuliyet duygusuyla harekete geçer ve hizmetlerini yaparlar. “Ben gerçekten Müslümanlardanım deyip salih amel işleyip Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet, 33) ayetidir onları harekete geçiren. Peygamberimizin, “Sizden kim kötülük yapıldığını görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmiyorsa hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Çünkü bu, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Tirmizi) hadisidir.
Hele şu hadis, davet, tebliğ ve irşattan uzak durmanın mesuliyetini ne güzel ifade eder. “Kıyamet gününde bir kişinin yakasına hiç tanımadığı biri yapışır. Adam: ‘Benden ne istiyorsun? Ben seni tanımıyorum.’ der. Yakasına yapışan kişi de: ‘Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de ikaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.’ diyerek o kişiden davacı olur.”(Münziri, et-Tergib ve’t-Terhib, Beyrut, 1417, III, 164/3506.)
Yeryüzünün en bahtsız, talihsiz kişisi de, kendisine iyiliği emreden, kötülükten nehyeden bir kıymetli insana rastladığı halde, “sana ne? Sen kendi işine bak da düş yakamdan” diyen zavallıdır.
Ey insanlar!
Zaten sayıları gittikçe azalan bu iyi insanlara rastladığınız zaman onlardan doyasıya istifade etmeye bakınız. Hatta “rastlamak” ne kelime, onları arayınız, bulunuz ve kendisine bir harf öğretenlere karşı Hz. Ali (kerremellahu vecheh) gibi olunuz!