Dogmatizm

TDK Türkçe sözlük’e göre dogma, 1- Belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesi. 2. fel. Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas, inak.”

Ve öyle bir örnek vermiş ki, tam da bizim üstünde durmak istediğimiz konu: “Dogmaların en geçerli olduğu alan din alanıdır, burada yalnızca inanılır.” (M. C. Anday.) Zaten biz bu konuyu, “İslam dogmadır” diyen bilmezleri reddetmek için sözkonusu ediyoruz.

Evet, sözlükler dogmayı “her türlü inceleme ve eleştirmenin üstünde tutulan, doğruluğu denemesiz ve tartışmasız kabul edilen ve değişmez sayılan düşüncedir” diye tanımlıyorlar. Dinleri ve iman esaslarını dogma olarak örnek verirler. Hatta bir örnek çok ilginçtir: “Örneğin Tanrının evreni yarattığı düşüncesi, böylesine bir dogmadır.”

[1]

Buyurun cenaze namazına. İlim cahiller eliyle ölmüştür. Söyler misiniz öyleyse, var olan bu evreni kim yarattı? Yoksa, en büyük dogma örneği olabilecek şu inançta mısınız?: “Kendi kendini yarattı”. Ya da “tesadüfen var oldu”.

Aynı kaynak “dogmatizm için de şöyle söylüyor: “Din ya da yetkelerce

[2]

ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin bilgi sayılan anlayış... Temelde skolastik bir anlayıştır, günümüzde değişme ve gelişmeyi yadsıyan öğretileri ve anlayışları adlandırır. Özellikle metafizik öğretilerin tümü inakçı (dogmatik) öğretilerdir.

Deney alanının dışında kalan bütün savlar inakçı olmak zorundadır. Bu zorunluluk Tanrı sözünden başlayıp Aristoteles'in sözüne kadar genelleşmiştir. Örneğin Ortaçağ Hıristiyan kültüründe herhangi bir kuralın gerçek sayılması için Aristoteles'in söylemiş olması yeterli sayılıyordu. Dogmatizmin zorunlu sonucu zorbalıktır.

Deneylerle tanıtlanamayan kurallar, engizisyon işkenceleriyle tanıtlanmaya çalışılmıştır. Dogmatizm, suçlu olmayanın ateşe atılsa bile yanmayacağı inancına kadar varmıştır. Bundan da ateşe atılınca yanan kişinin suçlu olduğu sonucu çıkarılmıştır. İnak(dogma)'ın inan'dan farkı, inan'ın asla tanıtlanamayacak olanı kabul etmesine karşılık, inak'ın herhangi bir yetkeye bağlanan bir veriyi tanıtlamış olarak kabul etmesidir.

Örneğin ortaçağ skolastiğinde herhangi bir sözü Aristoteles'in söylemiş olduğunu tanıtlamak, o sözün doğruluğunu tanıtlamak demekti. Herhangi bir sistemde değişmez formüller düşlemek, bir düşüncenin tartışmasız kabulünü istemek, bilginin bağımlılığını göz önüne almaksızın her zaman ve her yerde geçerli saltık bilgiler olduğunu ileri sürmek inakçılıktır.”

[3]

İslam’ın dogma kabul edilmesi Batılılaşma ile başlayan bir cehalettir. Cumhuriyette bu “Kemalizm” ile zirveye ulaşmıştır. Bize göre İslam dogma değildir. Asıl dogma onu öyle sanan pozitivizm ve Kemalizmdir. Bizde pozitivizmin hakimiyeti ve devletin temel felsefesi, inanç sistemi oluşu, cumhuriyet ile başlar. Kemalizm mahiyeti itibariyle aslında M. Kemal’den çok önceleri Batılıların Batıcılar aracılığı ile dayattıkları görüşler bütünüdür. Çok önceden bunun programının yapıldığını ve yayınlandığını biliyoruz. Bunlar materyalist, pozitivist, inkarcı Batının kendini kaybetmiş zavallı Türk aydınına dayatmasından başka bir şey değildir.

[4]

Tabi bu dayatmanın ceremesini millet çekmiştir. 

İslam’a ve onun çok aydınlık ve faydalı aziz şeriatına “dogma” diyen M. Kemal ve Kemalistler, aslına bakarsanız bu kelimeyi ağızlarına alacak en son kişilerdir. Çünkü çağın en büyük dogmasını onlar ortaya koydular. Hatta işi o kadar ileriye götürdüler ki, kendi düşüncelerinden başkasının hakimiyetini anayasa ile engellediler. Fakat kendi ilkelerinin değiştirilmesinin teklifini bile çok görerek yasakladılar. Hem de bunu “Türk ulusunun yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale, pozitif bilimdir”

[5]

diyerek yaptılar.

Bu yüzden laikliği devlete ve millete dayatan Kemalistlerin fikri asla gizliği değildir. Bunu en yüksek kürsülerden bağıra çağıra haykırmışlar, açık seçik ilan etmişlerdir: “Bizim devlet idaresinde ki ana programımız CHP programıdır, bunun kapsadığı prensipler idarede siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır, fakat bu prensipleri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır, biz ilhamlarımızı gökten ve gaipden değil doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”

[6]

Bu sözleri yaptığı belgeselde görüntülü olarak kendi sesinden dinleten Can Dündar doğru söylüyor: “Atatürk hayatı boyunca şöyle demiş böyle demiş bunu boş verin. 1 Kasım 1937 de Mecliste yaptığı son konuşması bir tür vasiyeti niteliğindedir.”

[7]

 

Mustafa Kemal’in Kur’an-ı Kerim hakkındaki inancını ifade eden iki cümle alıntılayalım:

 “Evet Karabekir, Araboğlu’nun

[8]

yavelerini

[9]

Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.”

[10]

 “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir. İslam ananesinde bu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında bir melek vasıtasıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur. Muhammed birdenbire Allah’ın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.”

[11]

Bu yüzden o kendince “dogmalara” inanmazdı ve geriye de hiçbir dogma bırakmak istemedi.  Onun şu sözlerine bir bakar mısınız:

 “Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”

[12]

Dogmanın Daniskası 

Fakat ne yazık ki Mustafa Kemal’den geriye “Kemalizm” diye öyle bir dogma kaldı ki, onlardan birisi olan “laiklik” hala anayasada “değiştirilmesi teklif dahi olunamaz” bir ilkedir. 

Bu öyle zalim bir “dogma”dır ki, sırf bu ilke yüzünden konduğu ilk günden beri Engizisyon mahkemelerini, Neronları, Cengizleri aratmayan bir zulüm, işkence hatta katliam gerçekleştirildi yakın tarihimizde. Biz bunların bir kısmını “Osmanlıdan Cumhuriyete Büyük Kırılma” isimli kitabımızda yazdık. Başkaları ciltler dolusu kitaplar yazdılar. Bu öyle bir zulümdür ki,  yaz yaz bitmez nice bir destan olur. Biz ayrıca “Sistem Ve Şeriat” kitabımızda “Şeriat Dogma mı?” soru başlığı altında asıl dogmanın “değiştirilmesi teklif dahi edilemezlerle beraber yine Anayasaya 174. Maddesinde yazılan dogmaları da görmüştük. Evet, anayasada “Atatürk İlkeleri” adıyla dogmalar var. Bunlar çağdaş anayasaların ruhuna da, kalıbına da aykırıdır. Bunu anayasayı yapanlar da bilir. Ama anayasaya ek bir yasa yaparak kendilerince tedbir almışlardır. İşte hala Anayasada var olan o utanç belgesi:

“T.C. Anayasası 174. Madde:

I. İnkilap Kanunlarının Korunması

Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkilap kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:

1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu;

2. 25 Teşrinisani 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun;

3. 30 Teşrinisani 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun;

4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikah esası ile aynı kanunun 110 uncu maddesi hükmü;

5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun;

6. 1 Teşrinisani 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun;

7. 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun;

8. 3 Kanunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.”

- Neymiş?

- Bu sayılanlar “Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz” imiş.

- Ama aykırı! Bu kesin!

- Olsun aykırı. Biz zaten değildir demiyoruz. Fakat öyle de olsa sen öyle anlamayacak ve yorumlamayacaksın, o kadar.

- Anlamazsam ne olur?

- Atatürk’ün dediği olur: “Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

[13]

Sen de ya kabul edersin, ya kellen gider! Olması gereken her halükarda olur.

- Gördünüz mü dogmayı, dayatmayı, özgürlüğü, çağdaşlığı, fikir ve ifade ile din ve vicdan hürriyetini, falanı filanı? Bakınız oradan nereye geldik:

“Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz”

İşte cumhuriyetin getirdiği laikliğin bize verdiği din ve vicdan hürriyeti. Ne olacak şimdi? Yahu “şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar” insan değil mi? Diyelim ki fikirlerinden vaz geçmediler. O zaman ne olacak bunlara? Asılacaklar mı, kovulacaklar mı, yoksa zindanlarda mı çürüyecekler? Niye onlar da bu vatanın evladı değil mi? Onlar da bu vatan için savaşmadılar mı? Nasıl onların da memleketi olamaz bu vatan?

Peki, neticede ne olacak?

Ya fikirsiz, hürriyetsiz, şahsiyetsiz olacaksın, ya da defolup gideceksin, öyle mi?

Ya aksi takdirde?

“Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Bu mudur sizin “din ve vicdan özgürlüğünü” sağlayan “laiklik” ilkeniz? Alın başınıza çalın öyleyse! Siz kimi “dogma” ile suçluyorsunuz?

Hadi bunların fikirlerini biraz yumuşatalım ve medenileştirelim: Bu yüzden onlara göre “din, tartışılmaz bir kişisel inançtır, hükümlerini doğru veya yanlışlık bakımından eleştirilmez, saygı duyulur. Dinleri eleştirmek yanlıştır. İnanç sahibi doğru diye inanmışsa doğrudur, yanlış diye inanmışsa yanlıştır. Bunun akıl ve mantıkla açıklamasını istemek de, açıklamaya kalkmak da gereksizdir, yanlıştır.”

Aslında dikkat edilirse burada dinin müthiş bir aşağılanması ve muhatap bile alınmaması söz konusudur. Saygı adı altında dine vurulan bir darbedir.

[14]

İşte bundan sonra dinin belini kıran son darbe vurulacaktır: “Din kişisel bir kurumdur. Dolayısıyla dinin devlet ve toplum hayatında yeri yoktur. O yaşayabilirse ferdin vicdan zindanında bir cüzzamlı gibi dışarı çıkamadan yaşamaya mahkumdur. Dışarı çıkarsa, “irtica” olur. O da görüldüğü yerde ezilir.”

Batı ile bizim aramızdaki uçurum da burada başlıyor:

Bir Müslüman bu düşünceyi kabul edebilir mi?

Dini sosyal hayatından atabilir mi?

Dinin devletten, kamudan ve kurumlarından dışlanmasını normal sayabilir mi?

Elbette hayır! Bir Müslümana göre bu kafirleşmenin ta kendisidir. Laiklik de dinin ahkam, kanun, yasa, düzenleme kısmını devlet ve toplum hayatından dışlamanın, onu vicdanlara gömerek orada boğmanın, etkisini yok etmenin adı değil midir? Bunu anlamamak çağın en büyük sorunudur maalesef.

[15]

Anayasa başlangıç kısmında, değiştirilmesi dahi teklif edilemez ilkeler, özellikler içermektedir. Bunlardan bir tanesi de laikliktir. Bizde laiklik, her nasılsa cumhuriyetle ve demokrasiyle, hattat hukuk devletiyle eşit tutulmaktadır. Bu anlayışa göre laiklik yoksa cumhuriyet de yoktur, demokrasi de yoktur, hukuk devleti de yoktur. Acaba bu makul bir şey midir?

Hayır, işte bu da bir “dogma”dır. Tıpkı arkadaşı olan diğer dogma gibi yıkılıp gidecektir.

Hangisidir o yıkılıp giden arkadaşı?

Şu meşhur “Atatürk Milliyetçiliği”. Yani bir zamanların meşhur “Resmî İdeolojisi”. Uğruna nice canların yakıldığı yapay din. Malum, Anayasanın başlangıcında laiklik ilkesiyle beraber değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen temel unsurlardan bir tanesi de “Atatürk milliyetçiliğidir”. Bir zamanlar anayasanın en önemli maddesi bu iken artık değerini yitirmiştir. Herkesin itip kakaladığı bir düşünce haline gelmiştir. Düşünce ve ifade özgürlüğüne açıktan düşman olan bu yükü artık şimdi hiçbir aydın taşıyamamaktadır. Yıllardır yapılan beyin yıkama ameliyesiyle bilinçaltına yerleştirilen bu görüşten kamuoyu bile nerdeyse vazgeçmiş durumdadır. “İnadına Kemalist” olanlar hariç hiç kimse artık Atatürk milliyetçiliğinin anayasada bağlayıcı bir unsur olarak zikredilmesini istememektedir. Oysa bir zamanlar bunu bırakın teklif etmeyi, dillendirmek dahi büyük felaketlere sebep olabilirdi insanlar için. Demek zamanla fikirler nasıl da değişiyor ve insanlar en hassas oldukları konularda bile değişimden payını alabiliyorlar. Sosyal olaylarda “umut kesilmesi” olayı bu yüzden yanlış bir tutumdur.

Acaba aynı şey laiklik içinde geçerli olmaz mı? Yani yarın veya öbür gün, laiklik ilkesi de üzerinde yeniden düşünülüp değerlendirmeye tabi bir konu haline gelemez mi?

Gaybı Allah bilir. Az önce dedik ya, umutsuz değiliz. Bu arada hızlı devrimcilerden kim ne derse desin, olayı şimdiden kestirmek çok zor, ama bu hiç de mümkün olmayan bir şey değildir.

Neden böyle düşünüyoruz?

Çünkü bu halk müslümandır. Müslümanlar'ın kendilerine has inançlarından kaynaklanan kanunları vardır. Bu konulara inanmak ve uygulamak Müslümanlar için bir mecburiyettir. Oysa bu mecburiyet laiklik ilkesi ile çelişmekte, dolayısıyla çatışmaktadır. Öyleyse siz, cumhuriyet ve demokrasi için laikliği olmazsa olmaz bir şart olarak ileri sürdüğünüzde, çoğunluğu Müslüman olan halk ile cumhuriyet ve demokrasinin her zaman karşı karşıya gelip çatışacağını, sürekli savaşacağını söylüyorsunuz demektir. Doğrudur, siz gereksiz yere ecnebilerden gelen laiklikten vaz geçmezseniz, Müslümanlar da inandıkları Allah Teâlâ’dan gelen dinleri İslam’dan haydi haydiye vaz geçmeyeceklerdir. Haklı olan da halktır.

Şimdi soralım, aklı başında bir demokrat iradesini özgürce ortaya koyan halkı suçlayabilir mi? Böyle birisi cumhuriyet ve demokrasiyi anlamış sayılabilir mi?

Artık herkes de kabul ediyor ki devlet halk için vardır. Cumhuriyet ve demokrasi, devletin bir yönetim biçimidir. Bunların hepsi halkının iradesine, seçimine, tercihine bağlıdır. Öyleyse gerçek demokrasilerde halkın iradesi geçerli olduğuna göre, bir; halkın Müslüman olarak kendi hukuku olan şeriatı tercih edip seçmesi gayet doğal karşılanarak itirazsız kabul edilmelidir. İki, istenmeyen laiklik kesin olarak terk edilmelidir.

Şimdi birisi kalkar da, “hayır, bu asla mümkün olmayacaktır” diyorsa, bunun anlamı,  halkın iradesini hiçe sayarak kendi halkına savaş açmaktır. O zaman da devletten ve demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Zira bir çete devleti ve düzeni ele geçirmiş demektir. Yapılacak ilk iş, o çetenin işini bitirmektir.

Şeriat Dogma mı? 

Şeriata karşı çıkanlar, onu “dogma” saydıklarından karşı çıkıyorlar. Ama şeriat kimseyi zorla şeriatçı yapmıyor. İstemeyene inkar etme özgürlüğü veriyor. Dinde zorlama yoktur diyor. Ya Kemalistler? Aynı özgürlüğü onlar da veriyor mu? Laiklikten vazgeçme özgürlüğü veriyorlar mı? İyi bakın bakalım, dogma nerede yaşıyor?

Kemalistler ve Batıcı laikçiler,

- Asla İslam devletine izin verilemez” diyorlar.

- Nedenmiş? diyoruz.

- Bu cumhuriyetin bir “kurucu felsefesi” var. Ondan ayrılamazsınız!

- Yani o dogma mı diyorsunuz?

- Dogma mogma, ayrılamazsınız işete!

- Hoş geldin düşünce ve ifade özgürlüğü! Hoş geldin din ve vicdan hürriyeti!

Bu fikirsizliğe, bağnazlığa, yobazlığa ve tehditlere hadi aldırmayalım da tekrar soralım:

- Biz niye “cumhuriyetin kuruluş felsefesine” mahkum olalım? Onlar da bizim gibi insandı, Müslümanlarına Allah rahmet eylesin, Gayr-ı Müslim olanlarının toprağı bol olsun. Vatan için savaşmışlar ve cumhuriyeti kurmuşlar. Teşekkür ederiz Sonra da bildikleri gibi yaşayıp gitmişler. Artık dünya değişiyor. Kıyamete kadar biz onların felsefesine niye mahkum olacağız ki? Biz de insanız, bizim de düşüncelerimiz var. Biz de o düşünce ve inanca göre yaşamak istiyoruz. Siz düne kadar demiyor muydunuz, “Hayat gelişerek devam ediyor, yerinde sayanlar, değişime ayak uyduramayanlar yok oluyor” diye? Peki ben niye yok olacak bir yolu tutayım ki? Nere gitti sizin çağdaşlık? Biz ille de bir felsefeye mahkum olacaksak, o zaman bu felsefenin sizin tenkit ettiğiniz şeriattan farkı nedir? O zaman bizi niye çağdışı ilan ediyorsunuz? Hem nereye gitti hakimiyetin hem de kayıtsız şartsız millette oluşu? Millet istese dahi değiştirilemeyecek yasa olur mu demokrasilerde? Nereye gitti milli irade? Eğer ille de birilerinin körü körüne takipçisi olacaksak, hiç olmazsa bizim gibi fanilerin değil, bâkî olan ve öldükten sonra tekrar dirilerek huzurunda hesap vereceğimiz Allah Teâlâ’nın  kanunlarına inanıp tabi oluruz. Bu daha karlı değil mi? Ne dersin sayın aydınlar?

Siz şeriata neden karşı çıkardınız, hatırlıyor musunuz?

Unuttuysanız hatırlatalım: Şundandı; “güya hukuk ilahî olunca insan inanmak zorunda kalır. İnsan onu asla değiştiremez. O zaman o dogma olur. Dogmalar değiştirilemez. Değiştirilmesi teklif bile edilemez. Bu yüzden cumhuriyet ve demokrasi “değişmez kanun” kabul etmez. Hakimiyet halkındır, iradesi nasıl tecelli ederse, kanunlarını öyle yapar. Bugün yapar, yarın yıkar. İstediğini istediği gibi değiştirir.”

Hatırladınız mı, aynen böyle söylüyordunuz. Bu düşünce ne kadar doğru, ne kadar yanlış, şimdi ona girmeyelim. Çünkü uzun hikaye. Şeriatın Kur’an ile sabit hükümlerini inkar etme veya aşağılama Müslümanı dinden çıkarır ve kafir eder, bu belli. Biz ona “münzel şeriat” diyorduk hani. Ama bir de “müevvel şeriat” vardır, müçtehitlerin kaidelerine uyarak yaptıkları içtihatlara dayalı şeriat yani. Bunların ne kadarı değişir, ne kadarı değişmez, birçok fakih, müftî ve İslam hukukçu ömrünü bunları anlatmakla tüketti, ama anlamak istemeyenlere ne yapabilir ki?  O yüzden bunu bir kenara koyalım şimdilik ve soralım:

- Sizin görüşünüze göre mevcut anayasanın şeriattan farkı nedir? Bak onun da değiştirilemez maddeleri var işte? Baksanıza, siz kendiniz ne diyorsunuz:

1- Cumhuriyetin bir kuruluş felsefesi var. O da laik, hukuk ve ulus devlet ilkelerine bağlılıktır. Asla değiştirilemez.

2- Seçimlerde aldıkları oy yüzdesiyle 4 yıllık iktidara gelenler istediklerini yapamazlar, anayasanın belirlediği sınırlar içinde kalma zorundadırlar. Onu asla değiştiremezler.

3- Özellikle de Anayasanın baştan 4 maddesi asla değiştirilemez. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez.

Önce basit iki soru soralım:

1-             

Değiştirelemez İslam bu yüzden dogma oluyorsa, değiştirilemez anayasa neden dogma olmuyor?

2-             

Anayasa ve İslam, her ikisi de değiştirilemez ise, ben dinimden niye vaz geçeyim?

Kemalizmden Son Örnek

İsterseniz bu tartışmayı bitiren son bir söz aktaralım sizlere. Bakın, Mustafa Kemal 1.11.1937 tarihinde Meclis'i açış nutkunda ne diyor:

“Aziz milletvekilleri, Dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler, gökten indiği sanılan kitapların dogmaları ile asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. (Alkışlar).

[16]

Bu konuşmada geçen “gökten indiği sanılan kitaplar” hangileri oluyor?

Müslümanın amentüsünde bir de “kitaplara iman” vardır. Bu kitaplar “semavîdir”, yani “gökten inmiştir.” “Gök” burada “yüceliği” temsil eder. Gökten, yani yüceden, yani Allah’tan inmiş kitaplar vardır. Bunlar Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’dır. İlk üçü az çok tahrif olmuş, değişmiş, bozulmuş ve kısmen de olsa kaybolmuştur. Ama Kur’an-ı Kerîm’in bir ayeti bile kaybolmamış, bozulmamıştır. Şimdi “Mustafa Kemal’in kastettiği bunlar değildir” diyen bir Allah’ın kulu çıkar mı?

Bilemem!

Çıkarsa nasıl açıklar?

Onu da bilemem!

Mustafa Kemal “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” diyor ve alkış sesleri geliyor. Acaba Mustafa Kemal alkışlanan sözleriyle burada neyi kastediyor?

Onu da bilemeyebiliriz. Fakat gelin şimdi cevabını bildiğimiz bir soru soralım:

Evet, bütün Peygamberler ve Hz. Muhammed (sav) var!

Bunlar gökten ve gaipten ne alıyorlar?

Vahiy alıyorlar.

O ne demektir?

Allah Teâlâ’nın Peygamberlerine bildirdiği ilâhî sözleri, kelamı demektir. Yani Kur’an ve sair kutsal kitaplar ile suhuflar demektir.

Nitekim 2. Sure olan Bakara Suresinin ilk ayetleri iman açısından üç sınıf insandan bahseder:

1-                     

Gaybe İman Eden Müslümanlar: 2-5. Ayetler.

2-                     

Gaybe İman Etmeyen Kafirler: 6-7. Ayetler.

3-                     

Gaybe İman Etmediği Halde Etmiş Gözüken Münafıklar: 8 vd. ayetler.

İşte o ayetler şunlardır:

1. Elif. Lâm. Mim.

2. O kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.

3. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.

4. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.

5. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.

6. Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.

7. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.

8. İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.

9. Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.

10. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”

Bütün bu sözlerin neyi ifade ettiği gayet açıktır. İman bakımından ne ifade eder, değerlendirmeyi herkes kendisi yapsın. Ama kimse bize “dogma”ya karşı çıkar gibi gözüküp de asılsız astarsız “dogma” dayatmasın, o tür “dolmalara” karnımız toktur.

 


[1]

http://www.felsefe.gen.tr/dogma_nedir_ne_demektir.asp

[2]

Yetke: Buyurma, yaptırma ya da yasak etme hakkı ya da gücü. Otorite.

[3]

http://www.felsefe.gen.tr/dogmatizm_nedir_ne_demektir.asp

[4]

Batılılaşmayla Hesaplaşma kitabımız kaynaklarıyla bunu anlatır.

[5]

Bkz. Atatürk, 1933, 10.Yıl Nutku, Söylev ve Demeçleri.

[6]

Bizzat kendi sesinden dinlemek isteyenler şu adresi tıklayabilir: http://www.youtube.com/watch?v=I4iyTI5xJdQ

[7]

http://www.youtube.com/watch?v=QfXTx8Q3f8k 

[8]

“Arapoğlu” dediği sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleridir.

[9]

“Yave” kelimesi için Türk Dil Kurumu Sözlüğü şöyle diyor: “Saçma, saçma sapan söz”.

[10]

Bkz.Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası. Ayrıca bu söz üzerine biz bir makale yazmıştık. Bunu “Osmanlıdan Cumhuriyete Büyük Kırılma” isimli kitabımızın 219. Sayfasında “Arap Oğlunun Yaveleri Ne demek?” başlığı altında kaynaklarıyla birlikte okuyabilirsiniz.

[11]

Bkz. Atatürk, 1931, Lise için yazdığı Tarih kitabı. Bu ve benzeri onun din hakkındaki sözlerini kaynaklarıyla okumak için bkz. http://millicumhuriyet.com/ataturk/ataturk-gokten-indigi-sanilan-kitap/

[12]

             ATATÜRK, 1933, Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit Galip’e hitaben, İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi.

[13]

             http://tr.wikipedia.org/wiki/Saltanat%C4%B1n_kald%C4%B1r%C4%B1lmas%C4%B1

[14]

  “Radikal gazetesi genel yayın yönetmeni İsmet Berkan, son günlerin popüler ‘Darwin tartışması’nı ele aldığı Cumartesi günkü yazısında şöyle diyordu: “‘Bilimde dogmalar, değişmez doğrular yoktur. Oysa dinde işler böyle değildir, ortada ‘Tanrı kelamı’ bir kitap vardır, bu kitap değişmez, değiştirilemez.’

 Ben bu ‘din statiktir, bilim ise dinamiktir’ söylemini kendimi bildim bileli duyarım. Bunun hemen arkasından da bunların nasıl ‘çatıştığı’na dair örnekler gelir: Galile’nin Engizisyon tarafından susturulması, Kilise’nin bilimsel kitapları yasaklaması gibi. Bu anlatı tümüyle haksız da değildir. Ancak bize hakikatin (ve problemin) sadece tek bir yüzünü göstermektedir. 

Öteki yüzü görmek içinse, önce dinin temeli olan ‘Allah inancı’nın (teizmin) var olan tek ‘inanç’ olmadığını anlamak gerekir. Bunun tam tersi olan bir başka inanç daha vardır: Materyalizm, yani maddecilik. Allah inancı, maddesel evrenin ötesinde bir İlahi Varlık olduğunu söylerken, materyalizm, ‘hayır, maddeden başka hiçbir şey yoktur’ diye ısrar eder. Bunların her ikisi de birer felsefi kabuldür. Dolayısıyla eğer Allah inancı için ‘dogma’ kavramını kullanacaksanız, aynı kavramı materyalizm için de kullanmanız gerekir. Ve dahası bunların her ikisinin de ‘statik’ olduğunu görmeniz gerekir. Öyle ya, materyalistler hiç şaşmadan binlerce yıldır aynı iddiayı tekrarlayıp durmaktadır.

İnsanlık tarihinin önemli bir bölümünde bu iki dogmadan birincisi (yani teizm) bilime egemendi. Modern çağda ise durum yavaş yavaş değişti ve bu kez materyalizm bilimi tekeline almaya başladı. Bu da bir tür ‘el çabukluğu marifet’le yapıldı: Bilimin yöntemi gereği sadece maddeyi inceleyebilir olması, madde dışında her şeyi reddetmenin dayanağı gibi gösterildi.

Alın size bir örnek: 20. yüzyılın popüler astronomlarından Carl Sagan, ‘Cosmos’ diye ünlü bir televizyon programı sunardı. Ve jenerikte hep şöyle derdi: ‘Evren, var olmuş, var olan ve var olacak tek şeydir.’

Dikkat ederseniz Sagan’ın lafı, bilimsel değil, felsefi bir önermeydi. Çünkü bu önermeyi bilimin yöntemleriyle, yani deney ve gözlemle sınayamazsınız. Fakat Sagan, inandığı materyalist dogmayı sanki bilimin bir bulgusu gibi sunuyordu.

 Söz konusu dogmanın bilimle çatışabilir, hatta onun önünü kesebilir olması ise, meselenin bir diğer enteresan yönüdür. Bunun bir örneğini görmek için, evrenin kökeni hakkında bugün en geçerli görüş olan Big Bang (Büyük Patlama) teorisinin hikayesine göz atabilirsiniz. Belçikalı bir astronom (ve de din adamı!) olan Georges Lemaître tarafından 1930’larda gelişen bu teori, evrenin dev bir ‘patlama’ ile ‘yoktan var olduğunu’ savunmuş, bu da evrenin ‘ezeli ve ebedi’ olduğuna inanan materyalist astronomların hiç hoşuna gitmemişti. Arthur Eddington açıkça ‘bir başlangıç fikri benim için rahatsız edici’ diyordu. Bu felsefi muhalefet, ancak Big Bang lehine üst üste gelen kanıtların gücüyle aşılabildi.

Materyalizmin daha kaba müminleri ise Engizisyon’u hiç aratmayacak uygulamalara imza attılar. Sovyetler Birliği’nin resmi felsefesi olan ‘diyalektik materyalizm’ açısından Mendel genetiğini sakıncalı bulan Stalin ve akıl hocası Lysenko, Mendelci biyologları hapse attılar, uyguladıkları zırva tezlerle de tarımsal felaketler yarattılar.

Kısacası dogma uğruna bilimi eğip-bükmek, sadece ‘dinciler’e has bir meslek değil. Aynı işi, kimi materyalistler, örneğin evrim teorisi üzerinden ateizm propagandası yürüten (ve kitapları TÜBİTAK tarafından pek beğenilip Türkçe’ye çevrilen) Richard Dawkins gibiler de yapıyor.

 Acaba sorun ‘dinciler’ olunca küplere binen ve ‘bilimi dogmalardan korumak’ için ateşli köşe yazıları döktüren Türk entelijansiyası, problemin bu yüzünü de görmeye niyetli mi?” (Mustafa Akyol, Materyalizm de Bir Dogmadır, 18 Mart 2009 tarihli Star gazetesi)

[15]

  Evet, biz de bunun şahidiyiz ve bu iman küfür savaşının tam ortasında ilim, kültür ve sanat silahlarıyla savaşmaktayız. Yazdığımız kitaplarınız ve  videolarda kayıtlı sohnetlerimiz bunun açık şahitleridir. Özellikle de “İnançta Arınma”, “Sistem ve Şeriat”, “Bu Sistemden İslam’a”, “İslamlaşma Bilinci” kitaplarımız doğrudan bu konuları işlerler. Bu kitapta da laiklik penceresinden baktığımızda İslam adına gördüklerimizin bir kısmını yazmaya çalıştık.

[16]

Kaynak: Millet Meclisi Tutanak Dergisi D.V,C.20,Sa.3)