Gizlememe Sorumluluğu

Alim, her şeyden önce karakter adamıdır. Aynı zamanda bir dava adamı. Kendisine ve davasına inanan adamlar, aynı zamanda cesur adamlardır, yiğit adamlardır. Hasbi, fedakâr, diğergâm, feragât ve hizmet ehli, sevgi ve şefkat dolu, sabırlı, tahammüllü, vakarlı, azimli ve iradeli insanlardır. 

İnsanlar, yeni inanç ve fikirleri, güzel ve yararlı da olsalar, hemen kabul etmezler. Hele o inanç ve düşünceler, kurulu düzenin sahiplerini, menfaatlarını yok edeceği açısından korkutuyorsa, o muhafazakarların yapmayacağı kötülük yoktur davetçilere, tebliğcilere. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Onun için davetçilerin en önemli özellikleri sabır, sebat, azim ve fadakarlıktır. Nitekim Kur’an bunun misalleriyle doludur. Sadece “Asr” suresi bile bu gerçeği ifadeye yeter. Bir kere daha okuyalım mı?: “Asra yemin olsun ki, İnsan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”

Onun için alimler dinin hakikatlerini açıklarken kimseden korkmaz, kimsenin servet ve saltanatı onları aşağılık duygusuna itmez ve enterese etmez, kimsenin  kınamasına ve ayıplamasına aldırmazlar.  

“Doğru söyleyen dokuz köyden kovulurmuş.” Olsun. Allah (azze ve celle)’ın arzı geniştir. Yerine göre hicret de bir ibadettir.

Alimler dini anlatırken elbette hikmet ve maslahatı gözetecekler, zaman ve zemini, muhatabı, şartları, tedricilik ve tekamülü elbette dikkate alacaklardır. Elbette cesaret ile bağırıp çağırmayı, hiddet ve şiddeti, asabiyet ve tehevvürü biribirine karıştırmayacaklardır. Amma hiçbir haksızlık, zulüm, şiddet Onları davalarından ve onun tebliğinden döndürmeyecek, taviz vermeğe yeltendirmeyecektir. Hiçbir mal, makam, şan ve şöhret teklifleri, onları zalimlerle uzlaşma ve işbirliğine sevk etmeyecektir. Onların en evvel duyduğu hakikatlerden biri de hiç şüphesiz: “Cihad ve şehadetin en büyüğü, zalim ve haksız idarecilerin yanında hak ve adaletli sözü haykırmaktır.” Alimlerin nasıl bir cihad içinde olduklarını görmüştük. Onlar, bir de bu açıdan en büyük mücahittirler. Evet, alimler asla ödlek olmaz.

 

Şehamet dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır.

Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.

(M. A. Ersoy)

Allah (azze ve celle), Kur’an’da sık sık bize ve geçmiş ümmetlere “insanlardan değil, benden korkun” der. İşte birkaç örnek:

“Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!

Yanınızdakini (Tevrat)'ı tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)’a iman edin, O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak benden korkun.

 Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.”(1) 

“Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun.”(2) 

“Bugün kâfirler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun.”(3) 

“İnsanlardan korkmayın, benden korkun, âyetlerimi az bir paraya satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.”(4)

“Kendi emrinden ruh (vahiy) ile melekleri, kullarından dilediği peygamberlere indirip şu gerçeği insanlara bildirin, buyuruyor: Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak benden korkun.”(5) 

İnsanlardan korkan, alim de olsa davetçi olamaz. Belki tam tersi, yani korku veya güzel teklifler karşısında zalimlerden yana tavır koyabilir ve bir Bel’am olarak sıradan insanlardan daha tehlikeli olabilir insanlar için.  Bunların insaflı olanları ise, korku yüzünden bir kenara çekilir, etliye sütlüye karışmaz, vaziyeti idare etmeğe çalışır. Sıkışırsa susar, hakkı gizler. Ama hiç olmazsa hakkı tahrif etmez, batılla karıştırmaz, üç beş kuruşa satmaz.

Fakat Bel’amlara gelince, işte onlardan korkulur. Onları bir başka yerde geniş anlattığımız için sözü uzatmayalım burada ve bu duygularla “kitman-gizleme” arasındaki yakın ilişkileri görmeye çalışalım.

Alimin ayaklarını kaydıran bir husus da, çeşitli sebeplerden ötürü ilmini özellikle de ihtiyaç anında gizlemesidir. İlmini gizleyen ve muhtaç oldukları bir zamanda onu insanlara bildirmeyen, böylece onların yanlış yollara saparak iman ve amellerinin ifsad olmasına göz yuman veya zımnen de olsa sebep olan alimler, elbette Allah katında değersiz oldukları gibi, insanlar yanında da sevimsizdirler.

Kur’an ve Sünnete göre ilmi ihtiyaç anında açıklamak farz, gizlemek ise büyük bir vebal ve günah, açık bir ihanettir. Allah’ın, Meleklerin, Peygamberlerin, hatta cümle yaratıkların lanet ettiği bu şerefsizler, ahirette de hor ve hakir olarak cehenneme atılacak ve en çirkin, en çetin, en acıklı azaplarda sürekli cezalandırılacak, cezaları durmadan artırılacaktır. 

Peygamber efendimizi “oğullarını tanıdıklarından daha iyi tanıyan”(6) Yahudi ve Hıristiyan alimlerinin, Tevrat ve İncil'de onun vasıflarını hep okudukları halde insanlardan gizleyerek ilimlerini inkar etmekle, koca bir ümmeti nasıl dünya ve ahiret perişanlıklarına, azaplarına sürüklediklerini, daha önceki bahislerde görmüştük. Kur’an-ı Kerim, bir çok sure ve ayetlerinde onların bu “kitman-gizleme” işlerini söz konusu ediyor ve ümmetimizi uyarıyor, insanlığı uyandırıyor. Gerçekten, onların apaçık yalanlarının ortaya çıkmasına rağmen, hala gizleme hainlikleri karşısında insan olarak Allah’tan haya ediyoruz ve yüzümüz kızarıyor. Hemcinslerimizin bu kadar alçalabilmesine hayretler içinde bakakalıyor ve “pes doğrusu” diyoruz. Namazlarımızda veya namaz dışında en fazla okuduğumuz Fatiha Suresinin son ayetlerini, önümüzdeki bu kötü örnekleri düşünerek ibretle ve ürpererek okuyoruz: "Gazaba  uğramışların ve sapmışların yoluna iletme." Bunlar, Peygamberimizin açıklamasıyla başta Yahudi ve Hıristiyanlardır. Çünkü bir kısmı bilerek, bir kısmı da bilmeyerek Allah yolundan sapmış, başkalarını da saptırmaya çalışmışlardır.

 

Kur’an’da Gizleme

 

Önce gizleme işinin Allah (cc) tarafından nasıl ısrarla yasaklandığına, birkaç ayet meali ile bakalım inşallah: “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun. Yanınızdakini (Tevrat) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’an)’a iman edin. O’nu inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim ayetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak benden korkun. Hakkı batılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.”(7)

Allah teala, burada İsrailoğulları'na verdiği nimetleri hatırlatıyor. Bunlar kısaca, bir çok peygamberin aralarından çıkması, Allah’ın onlara Tevrat'ı vermesi, Firavun’un zulmünden kurtarması, alemlere üstün kılması, Kudret helvası ve Bıldırcın etiyle beslemesi, ileride gelecek peygamberin sıfatlarını bildirerek dünya ve ahiret saadetlerine hidayet eylemesi… gibi nimetlerdir. Sonra da Allah, “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin” buyuruyor.

Bu söz, Hz Musa ve bütün Peygamberlerin, ümmetlerinden aldığı bir sözdür; aralarında son peygamber zuhur ederse ona iman edecekler, destek vereceklerdir. “İşte o peygamber, Hz. Muhammed (As)’dır. Ona uyunuz” diyor Allah teala. Eğer onlar bu sözlerinde  dururlarsa, dünya ve ahirette mes’ud ve bahtiyar olacaklar, asla korku ve keder duymayacaklar...

Bu sözde durmama ihtimali olabilir. Hangi sebeple? Allah insanların içini okuyabilir, kalplerinden geçeni bilebilir. İşte ikaz ediyor: Bir başkasının size eziyet ve işkence edeceğinden, elinizdeki maddi manevi imkanı alacağından, dünyalığınızı ve halk içindeki itibarınızı kaybedeceğinizden korkarak… sözünüze ihanet etmeyin. Allah’ın ayetlerini, bilgi kaynağınızı, az bir paraya satmayın. Aslında bu korktuklarınızın hiç biri olmaz. Üstelik nimetiniz daha da artar. Olmaz ya, velev olacak olsa bile, size layık olan, sadece Allah’tan korkmak, onun korumasına sığınmaktır. Öyleyse, hakkı batılla karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin...

Ama, Allah’ı dinlemediler!.. Maalesef Tevrat'ta yazılı olanları arkalarına attılar da hevalarına tabi oldular.(8) Allah’ın ayetlerini bile bile gizlediler,(9) kendi elleriyle yazdıkları fikirleri, tevilleri, tercümeleri, yorumları Tevrat’ın aslı ile karıştırdılar, Peygamber (as) Efendimizin vasıflarını, sıfatlarını bile bile sakladılar da, kendi elleriyle yazdıklarını göstererek: “Bu Allah katındandır” dediler.(10) Kitabın kelimelerini tahrif ettiler.(11) Bütün bu alçaklıkları da üç kuruşluk dünya menfaatı için yaptılar. Oysa, yedikleri ateşten başkası değildi...(12)

Şunların ahmaklıklarına bakınız!... Bütün bunları yaptıktan sonra, hala Allah’a imandan, O’nun rızasından, cennetten bahsediyorlar!... İnsanın kendisini kandırması kadar aptallık olabilir mi?.. Bari dünyanızı yaşayın, bırakın bu din kitap istismarlığını be adi adamlar!..

Allah sizden söz almıştı: “Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, O’nu gizlemeyeceksiniz” diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştirdiler. Yaptıkları bu alış veriş ne kadar kötüdür. O yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övünmek isteyenlerin (onanacaklarını) sanma! Onların azaptan kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır.”(13)

Ayetteki “kitap verilenler”den maksat, kitap ehlinin, yani Yahudi ve Hıristiyanların alimleridir. Kitap kitaptır. Dolayısıyla, burada geçen her sözleşme, müjde veya ceza gibi bütün sonuçlarıyla,  kendilerine son ilahi kitap olan Kur’an verilen İslam alimleri için de aynen geçerlidir.

Ayette geçen kitap, Yahudilerin kendi kitaplarıdır. İnsanlara açıklayacakları, gizlemeyecekleri kitap, Tevrattır. Yani iman ettikleri kitap. Onun içindeki  her şey, onların “başımız gözümüz üstüne” diyecekleri, Allah’ın emirleri, nehiyleri, arzularıdır. Son peygamberin sıfatları da vardır orada. Zaten onlar dört gözle beklemektedirler onu. Bu emri yerine getirmelerinden daha tabii ve zevkli, heyecanlı ne olabilir ki!..

Ama onlar öyle yapmadılar!.. Asırlardır gelmesini heyecanla bekledikleri zat, kendi aralarından değil de Araplardan çıkınca, maalesef bir çok olumsuz duygunun neticesi olarak onu reddettiler, O'nu haber veren kendi kitablarını da arkalarına attılar, ilahi anlaşmaya uymadılar, gerçekleri gizlediler, hem  kendi kardeşlerini, hem de kendilerine danışan başka insanları saptırdılar. Allah'ın son peygamberine, hep bekledikleri peygambere, sırf kendi kavimlerinden gelmedi diye, kıskançlık sebebiyle, ırkçılık sebebiyle, iktidar ve menfaat kaygısıyla iman etmediler. Hatta ona ve ona  uyanlarına eziyet ve işkence ettiler, harp açtılar.

Hıristiyanlar da tanımıştı onu ama, onlar da aynen Yahudiler gibi yaptılar. Bizans Keyser’i de tanımıştı. Tahtı, tacı ve hükümdarlığı ile, imanı yan yana koydu. Birini tercih etmesi gerektiğini anlamıştı. Ve o, maalesef, geçici, fani, değersiz dünyalığı seçti. Seçtiği ne olursa olsun, kaybettikleri yanında, gerçekten çok değersizdi ve azıcık bir şeydi...

 

Çağımızda Yahudileşme

 

İşte bu noktada Elmalılı devreye giriyor ve diyor ki: “Ve üzüntüyle kaydedelim ki, hayli zamandan beri bu hale Müslümanlar da düşmüştür. Alimlerden hakkı arayıp, gönlüne göre yanlış bir “uygun” cevabı almak için teşvik veya tehdit eden bir çok cahil, ahlaksız müslümanlar bulunduğu gibi; böyle bayağı menfaatları yolunda dolaşan ve ilmi, dini bir aldatma tuzağı kabul eden ulema taklitleri de ortaya çıkmıştır. İşte Cenab-ı Allah, müslümanları özellikle bu hallerden sakındırıp sabır ve takva, sebat ve azimle söz verdiğini yerine getirmeye sadakat ve ciddiyet göstermek, yüksek himmet ile söz ve fiil olarak hakkı açıklamak, ilahi emirlerin neşir ve genelleştirilmesiyle Allah kelamını yüceltmek (i’lay-ı kelimetullah) için sevk etmek ve kitap ehlinin durumunu kötü görmekle “yaptıkları alış veriş ne kadar kötüdür” buyurmuştur.(14)

Ayetlerin arkasındaki ifadeler, cibiliyetlerinin ne kadar bozuk, ne kadar değersiz ve düşük karekterli olduklarının bir ifadesidir: “Yaptıklarıyla böbürlenen, yapmadıkları şeylerle öğünmelerinden hoşlanan kimseler, asla azaptan kurtulamayacaklardır. Varacakları acıklı bir azaptır.” Gururlu ve kibirliler, yaptıklarıyla övünüyorlar, sanki makbule geçmiş gibi, değerlendirmeyi de kendileri yapıyorlar. Ne yaptınız ki?.. Yalan, dolan, aldatma, ihanet!.. Ya yapmadıkları ile övünmeler?.. Sizi gidi sahtekarlar!..

Allah’ın katındaki yerlerine bakın bu böbürlenenlerin, övünenlerin, inananları beğenmeyenlerin:

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan ayetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya, mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler. Ancak tövbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka, işte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim tövbeleri çokça kabul ederim. Ama ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak can vermiş olanlara gelince, işte Allah’ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine olsun. 

Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azapları hafifletilir, ne de kendilerine göz açtırılır.”(15)

Müfessirler, bu ayetlerin Yahudi bilginleri hakkında nazil olduğunu söylerler. “Bildiğin gibi, sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani olmaz. Öyleyse ayetin hükmü, din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip, söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır.

Bunun için Ebû Hüreyre (ra) hazretleri, çok hadis rivayet ettiği söylendiği zaman: “Kur’an’da iki ayet -ki biri bu, diğeri Bakara 174-176. ayetlerdir ki az sonra zikredilecektir- olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim.” demiş ve bu ayetleri okumuştur.(16) Bunun için din işleriyle ilgili hiçbir bilgi gizlenmemelidir. Zira Allah teala buyuruyor ki: Bizim indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah’ın emrine, hükümlerine, irşadına ve bunlara iman edip uymanın vacip oluşuna işaret eden ve hidayetin kendisi olan ayetleri ve delilleri O kitapta veya bu kitapta, gerek Tevrat, İncil ve gerekse Kur’an cinsi bir kitapta insanlara açıklamamızdan sonra, o insanlar içinden bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf etmeyen, ihtiyaç anında söylemeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler, kim olursa olsun, işte bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka Allah bunları lanetler. Ve bütün lanet edebilecek, lanet duası yapabilecek olanlar da bunları lanetler. Kısaca bunlar, her zaman ve her taraftan hakkıyla lanetlenecek olan mel’unlardır.

Şüphesiz ki, “Hakka karşı susan dilsiz şeytandır.” Şeytan ise daima lanetlenmiş ve kovulmuştur. “Ancak tövbe edenler, tövbe edip de durumlarını düzeltenler, durumlarını düzeltip de gizledikleri gerçeği açıklayıp yayanlar var ya, işte ben Allahu azimüşşan da bunların tevbelerini kabul ederim ve bunları gözetleyerek kendilerini lanetin dışında bırakırım. Tövbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet eden benim. Benden fazla tövbe kabul eden hiçbir merhametli düşünülemez.”(17) Ebû Hüreyre'nin  kastettiği ayetlere önceden işaret etmiş isek de, burada, açıkça bir kere daha yazmak istedik. Hem, sahabinin mazereti iyi anlaşılır, hem de, mal ve makam için, şeriatın apaçık emirlerini, insanların onlara ihtiyacı olduğu hallerde ve zamanlarda açıklamayanlar, herkesin şeriatı tartıştığı bir ortamda, sırf mal ve makamları gider endişesiyle veya insanlardan gelecek bir sıkıntı, bir eziyet veya işkence kuşku ve korkusuyla hakkı gizleyenler, insanların surat asmasından korkup da, Allah’ın azabını düşünmeyenler, beşeri kanunların çarpmasından korkup da, şeriatın çarpmasına aldırış etmeyenler, dünya rahatlarını çok iyi hesapladıkları halde, ahirete olan imansızlık veya tereddüt veya iman zayıflığı veya ahmaklıkları sebebiyle oradaki rahatlığı hesaba katmayanlar, insanların kınamasından korkup da Allah’ın lanetini umursamayanlar belki bir kere daha düşünür de ders alırlar: “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de, bununla biraz para alanlar, gerçekten karınları dolusu ateşten başka bir şeyi yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne bir söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir azap vardır. İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı, affedilmeyi bırakıp azabı satın alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar! Şüphesiz ki Allah, kitabı hak bir sebeple indirmiştir. Kitap hakkında ihtilafa düşenler ise, şüphesiz haktan uzak, derin bir anlaşmazlık içindedirler.”(18)

Allah’ın kitabı apaçık ve ortada iken, ondaki şeriatı kendi kafalarına göre yorumlayanlar elbette ihtilafa düşeceklerdir. Hem kitap apaçık olacak, kanunları apaçık olacak, hem de ihtilafa düşülecek, olur mu öyle şey? Elbette olmaz! Peki niye oluyor? İnsanın kalbinde maraz olur da elindeki kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmını da açık veya örtülü bir şekilde inkar ediyorsa, yada kitaba aykırı başka kitapların hakimiyetini kabul ediyor da, onlardakilere toslamamak için ilahi kitabı eğip büküyorsa, yada, koruması gereken bir makam, mal, şöhret vs. var da kitap onlara zarar verebilecek aykırı sözler söylüyorsa, veya yetersiz akıl ve ilimle kitabı yorumlamaya kalkıyorsa, işte orada ihtilaf kaçınılmaz olur.

Medya’ya çıkarak, hiç bir konuda anlaşamadan ayrılan ulemaya dikkat ediniz! Maksatlarının sırf Allah rızası olmadığı ne kadar da açık!.. Birbirlerini veya bir şeyleri koruma ve kollama adına konuşuluyorsa, inanmadıkları şeyler, başka zaman ve zeminlerde aksini söyledikleri şeyler konuşuluyorsa, orada elbette ihtilaf olacaktır.

Burada yeri gelmişken bir çift söz de zalim yönetimlere yönlendirilirse yerindedir diye düşünüyoruz. Zalim yönetimlerdir tabi ki alimleri ayartan başta. Ancak zalim yönetimlerini onaylayan, zalim yasalarına fetva verecek olan alimleri devlette kullanan ve ödüllendiren, hakkı yaşayan ve yayan alimleri cezalandıran veya dışlayan sistemler elbette sorumludurlar bu çirkinliklerden. Ne var ki bu suç, alimlere mazeret olamaz asla, onları saptırmamalı doğru bildikleri yoldan. Karanlık çağlarda  kalmış zalim, despot ve dikta rejimleri bir kenara bırakalım, din ve vijdan özgürlüğünü bayraklaştıran,  devletin dine karışmayacağını anayasal teminat altına alan ülkelere bakalım. Gerçi bugün mesela Türkiye gibi Lâik  ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve görevleri ile ilgili emirleri devletten alması, lâikliğin din-devlet ayrımı iddiasında ne kadar samimi olduğunu göstermektedir, o da ayrı bir tartışma konusudur.  Çünkü dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren lâik rejimler, uygulamada dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemişlerdir. Bu yüzden lâik devletlerde ortaya “lâik bir din”, bir başka ifadeyle “garip bir devlet dini” çıkmaktadır. İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, içi boşaltılarak kuşa çevrilip, tahrif edilmiş, değiştirilmiş bir din ortaya çıkmakta, daha doğrusu çıkarılmaktadır. Hatta yürürlükteki sistemle çatışmayı göze alamayan kimi din adamları, çaresizliklerini zaruret kabul ederek Allah’ın diniyle çatışmayı göze alabilmişlerdir. Onlara göre Allah (azze ve celle) affeder ama, sistem asla.

Kur'an, geçmişte din adamlarının yaptıkları bu tahrif, tağyir, keyfe göre dini kural koyma  ve benzeri işlerin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bu tür uygulamalarda bulunmayı “rablik” iddiası, bu faaliyetleri meşrû kabul etmeyi de “din adamlarını rabb kabul etme” olarak değerlendirmektedir. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki tek bir ilah'tan başkasına ibâdet etmemekle emrolunmuşlardı..."(19) 

Neyse, biz yine sadede gelelim.Yukarıda anlatılan ihtilafın kaynağı ğayet açıktır; kitabın gizlenmesi. Yani kitabın ayetlerinin ve ayetlerde açıklanan hükümlerin, yasaların, kanunların gizlenmesidir. Bu gizleme bazen susarak, bazen yanlış yorumlayarak ve çarpıtarak, bezen de aslı inkar edilerek yapılır. Niçin yapılır? Mal için, makam için, şöhret için, riyaset için... Adam başkan olacak, olmazsa olmaz. Adam, herkesin tanıdığı, sevdiği olacak, yobazlık(!) yapmanın alemi var mı? Medya ancak öyle kabul ediyor. Birisinden haber verdiler. Demişler ki: -Hocam, siz bu işlerin hep aleyhinde konuşurdunuz, peki şimdi ne oldu da aynısını siz yapıyorsunuz? Demiş ki:

-Biraz da bizim malımız olsun, hep mi eller yiyecek!..

Gerisini ben getireyim:

-Peki, ya Allah’ın gazabı?

- Affettiririz canım; daha ölmedik! -Ya senin yüzünden sapıtanlar?.. -Sapıtmasınlar! Kitap, kendilerinin elinde de var. Açıp doğrusunu okusunlar. Değilse, ahmaklıklarının, bilgisizliklerinin çeksinler cezasını!..

Adamın cevabı cebinde!.. Adamın amacı, yemek ve eşya edinmek. Bunları bir yerden hatırlıyoruz. Tamam; Allah, Muhammed (kıtal) suresinde kafirleri tanıtırken söylüyordu: “İnkar edenler ise (dünyadan) faydalanır, eşya edinirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”(20) Bu da bizim nankörümüz!...

Bunlar, başlarına gelecek olanlardan habersiz değiller: yedikleri ateş, yatakları ateş, yorganları ateş, evleri ateş... Kaldıkları yer cehennem çünkü... Ama onlar inanmıyor; bir yolunu bulur, oradan da paçayı sıyırır, sıvışırız, diyorlar... Akıllı geçinen ahmaklar!.. İzzet ve onurun nerede olduğunu bilemeyen cahiller.  Kaç kere kovuldukları kapılarda hala yaltaklanan   zavallı şeref fukaraları...

 

 

Hadislerde Gizleme

 

Çok mu ağır ifadeler bunlar?.. Sanmıyorum. Peygamberimiz buyuruyor: “Kim, insanların dini işlerinde Allah’ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah, kıyamet günü ateşten bir gem ile gemler.”(21)

“Kim bir ilimden sorulur, o da bunu gizlerse, Kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir.”(22)

İ.Canan bey, bu tür hadisler için şu açıklamayı yapar: “Bu ilimden maksad öğretilmesi gereken, farz olduğu açıkça bilinen ilimlerdir. Sözgelimi kâfir, İslam ve din hakkında bir şeyler sorsa bunun ketmedilmemesi gerekir. Keza yeni müslüman olmuş bir kimse namaz hakkında soracak olsa veya bir kimse gelip, haram helal hakkında soracak olsa bütün bunların cevaplanması, öğretilmesi gerekir. Bildiği halde bunları cevaplamayan hadisteki tehdide müstehak olur. Ancak hüküm, öğretilmesi gerekmeyen nafile şeyler hakkında böyle değildir.”(23) 

İmam Nevevi’nin “Riyazu’s Salihin” adlı muhteşem, mazzam, mübarek ve müfid hadis derlemesine, kanaatımızca bu zamana kadar yapılanların en güzeli olarak bir şerh –açıklama- yapan, isimleri bibliyografya’da yazılı komisyon, yukarda anılan hadis için şu yorumu yapar: “İlim bölümünün başlangıcından beri ifade etmeye çalıştığımız gibi ilmi başkalarından esirgeyip saklamak değil, açıklamak ve yaymak, daha çok insana ulaşmasını sağlamak esastır. Çünkü âlimin vazifesi bilmeyenlere öğretmek, insanları hakka davet etmek, ilminden başkalarını faydalandırmak ve bütün insanların hidayete kavuşması, böylece dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşması için çaba harcamaktır. Burada, bir kimsenin bildiği halde cevap vermeyerek başkalarından esirgediğinden bahsedilen ve kıyamet gününde de kişinin ağzına gem vurulmasına sebep olan ilmin, herkes için bilinip öğrenilmesi zarûrî sayılan bilgiler olduğu kabul edilir. Bu bilgiler, genel anlamda ilmihal bilgileri diye anılan, itikadımızın, ibâdetlerimizin ve yaşadığımız hayatla ilgili diğer muamele ve ilişkilerimizin Allah katında makbul olması için ne yapmamız, nasıl hareket etmemiz gerektiğini öğreten bilgilerdir. Çünkü esirgenmesi câiz olmayan ve herkes için lüzumlu olan ilim budur. Kâfire İslâm'ı anlatmak, müslümana ibadetleri öğretmek, nelerin helâl nelerin haram olduğunu bilmek, bilmeyenin sorması halinde bunları cevaplandırmak zorunlu olup bu yöndeki bilgileri başkalarından esirgemek câiz olmaz. Gizlenilmemesi gereken bilgi gizlenir, insanlardan esirgenirse, ilmin yüksek gaye ve hedeflerinden uzaklaşılmış olur. Bunları gizleyen kimsenin ağzına kıyâmet gününde bir gem vurulur ve o, ilmi gizlemenin cezasını böylece çeker. Ağza gem vurulmasının sebebi, ilmin yayılmasına onun engel olması sebebiyledir. 

 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

 

1. İlim ehli olan kimsenin bilgisini gizlemesi câiz değildir. 

2. Din âlimlerinin ilmi tebliğ edip başkalarına öğretmeleri şattır. 

3. Zarûrî dinî bilgileri başkalarından esirgeyip saklamak büyük günahlardan sayıldığı için  âhiretteki cezası da ağırdır.”(24) 

Fakir de başka bir noktaya dikkat çekeyim; dikkat ediyorsunuz, hem ateştedirler, hem de gemlenmişlerdir. Peki, kim gemlenir?.. Demek bizim ifadelerimiz aşırı değil, ancak hak ettikleridir.

Peygamber (sav) efendimizin hadislerine devam edelim:

“İlmi gizleyene, denizdeki balıklar ve semadaki kuşlara varıncaya kadar her şey lanet eder.”(25)

“İlimde nasihatlaşınız, birbirinizden ilmi gizlemeyiniz. Çünkü ilimde hıyanet, malda hıyanetten daha şiddetlidir.”(26)

“Allah teala ilim verdiği her alimden onu gizlemeyeceğine dair koyu söz almıştır.”(27)

Şimdi de ikaz edici iki  hadis aktaralım:

“Kim ki ilmi artar da, dünyaya karşı zühdü artmazsa, ancak Allah’tan uzaklığı artar.”(28)

“Kendisiyle Allah’ın rızası istenen bir ilmi, dünyalık bir şeyler elde etmek için öğrenen, kıyamet gününde Cennetin kokusunu duyamaz.”(29)

“İnsanların kalbini kendine celb etmek için ilim öğrenen kişinin kıyamet gününde Allah teala ne farzını, ne de nafilesini kabul etmez.”(30)

“Kim ilim karşılığı yerse, Allah yüzünü dümdüz eder ve ökçelerinin üstüne geri çevirir. Cehennem ona layık olur.”(23) Burada kasdedilenler, Allah’u a’lem, dini ilimleri dünyalık yemek için istismar edenler, insanların mallarını haksız yere yiyenlerdir.

“Allah’tan başkası için ilim öğrenenler, Cehennemde yanacak yerlerini hazırlasınlar.”(31)

“Yazıklar olsun ümmetimin kötü alimlerine.”(32)

“Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.”(33) İnsanın ilmiyle ne işler yaptığından sorguya çekilmesinden maksat, Allah-u a’lem, ilmiyle ihlaslı amel edip etmediği, başkalarına güzel örnek olup olmadığı, muhtaç olanlara öğretip öğretmediği yanında,  soranlardan veya ihtiyaç duyanlardan gizleyip gizlemediği olacaktır.

"Eğitim ve öğretimin amacı", "alimin taşıması gereken niyet", daha önce yazılmıştı. Son hadisler ile bu konu bir kere daha gündeme gelmiş oldu. Bu hadisleri o konu hakkında da düşünürken, oradaki bilgilerimizi zihnimizden buraya da taşıyalım lütfen. Evet, amaç Allah’ın rızasıdır. Çünkü maksat, Allah’tır. O severse, insanlara da sevdirir, dünyalık da verir. İmtihan için, aksi de olabilir. Bize düşen, İslam'ın ölçülerini titizlikle korumak ve emrolunduğumuz gibi istikametle yaşamaktır.

Gizlemenin istisnası olur mu? Belki şu manada olabilir. İnsanların anlayamayacağı, akıllarının kavrayamayacağı bazı şeyleri anlatmak onlar için fitne olabilir. Çünkü anlatılan hakikatları kavrayamayınca inkar ederler. Dolayısıyla tehlikeye düşerler. Bu iyi niyetli bir gizlemedir veya zaman ve zeminini gözlemedir ve kişilere göre değişir. Nitekim İbn Mes’ud da şöyle söylemiştir: “Bir topluluğa akıllarının yetmediğini söylersen bazılarını fitneye düşürürsün.”(34) 

Hişam, babası Urve’nin şöyle söylediğini nakleder: “Bir kişiye ilimden anlayamayacağı bir şeyi söylersen, bu söz onun için bir saptırıcı olur.”(35) İbn Abbas da: “İnsanlara tanıdıklarından bahsedin. Allah ve Resülünü yalanlamalarını istermisiniz?”(36) Bediüzzeman Said Nursi: “Her söylediğin doğru olsun ama, her doğru da her yerde söylenmez” demişti. Bize Arapça ders veren bir hocamız tahtaya bir cümle yazmıştı: “Li külli makamin magal”. Türkçesi, “Her makamın, münasip bir sözü vardır.” Hemen arkasına şunu da yazmıştı: “Ve li külli ormanin çakal.” Yani “Her ormanın da bir çakalı vardır.”  Yarısı Arapça yarısı Türkçe bu sözün ifade ettiği bir gerçek var; sağda solda bir sürü çakal varken konuşmalara biraz dikkat etmek de gerekir. Mesele biraz yerinde konuşmak, biraz sır saklamak ile alakalı herhalde. Ortalıkta bu kadar yaygın mekanik kulak varken, her sözü her yerde söylememek gerek herhalde. Bir maslahat ve menfaata dayanan bu tutum, kitman –gizleme- sayılmasa gerektir.

Yapılacak iş ilmi gerçekleri gizlemek değil, belli bir tertibe göre öğretmektir. Önce bilinmesi gerekenleri öne almak, zihinleri hazır hale getirdikten sonra bilmeleri gerekenleri daha sonra sunmak, aslında çirkin olan ilmi gizlemek manasında değildir.

 

Selefe Sövenler

 

Kötü alimlerin bir vasfı da, önce gelmiş selef alimlerine kötü söylemek, onları cahillik, taassub ve yobazlık gibi çirkin vasıflarla anıp tel’in etmektir. Bundaki amaçları da, onların söylediklerine aykırı düşen kendi sözlerini kabul ettirmektir. Asırlar öncesinden bu durum kendisine bildirilen sevgili Peygamber (sav) efendimiz, şöyle buyurmaktadırlar: “Bu ümmetin sonradan gelenleri, önce gelenlerine lanet ettiği vakit, kim bir hadisi söylemez, ketmeder (gizler)’se, Allah’ın indirdiğini ketmetmiş olur.”(37)

Bu hadisin şerhinde Prof. Dr. İbrahim Canan şunları yazıyor: “Bu hadis, senet itibariyle zayıf  sayılsa da, alimler, hadisin ifade ettiği manayı te'yid eden başka rivayetlere dayanarak hadiste beyan olunan manayı makbul addedip açıklama sunmuşlardır. Sindî'nin Haşiye'sinde kaydedildiği üzere, hadis iki şekilde te'vil edilmiştir:

1- Cehaletin artıp, Ashab'ın yüce makamını bilmeyen nesillerin yetişip, cahilliğin  sevkiyle, Ashab'a dil uzatmaların meydana geldiği zamanlarda Ashab'ın fazileti ve onlara dil uzatmanın haramlığı konusunda hadis bilenler bildiklerini gizlememeli,  daha bir gayretle neşretmelidir. Kim bu çeşitten bir bildiğini gizlerse Allah'ın indirdiğini gizlemiş olur. Hadisler de, ulemanın ittifakla belirttiği üzere, vahye dayanmaktadır. Öyleyse onun gizlenmesi de "Allah'ın indirdiğini gizlemek" sayılmalıdır.

2- Din ilimlerinin çeşitli sebeplerle ortadan kalktığı, alimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin hüküm sürdüğü ve bu sebeple selef ve eslafa dil uzatıldığı zamanlarda ilme daha çok ihtiyaç hasıl olacaktır. Böyle durumlarda bilenlerin, bildiklerini neşretmeleri gerekmektedir. Aksi takdirle Allah’ın indirdiğini gizleme gibi ciddi bir hataya ve sorumluluğa düşmüş olacakladır. 

Bu yorumlar bilhassa zamanımızı tasvir ediyor gibidir. Aslında ilim şöyle dursun, daha mebâdiden ve kavâid-i külliyeden (umumi prensiplerden) bîhaber bir kısım unvan sahiplerinin veya ne idüğü belirsiz yazar takımlarının sahabe, tâbiin, etbauttabiin, bütün selef ve müteahhir eslaf ulemasını toptan reddedip hadisi, icmayı, fukahanın kıyas ve fetvalarını reddedip, keyiflerine göre ahkam kestiklerini, Kur’an'ı -hiçbir ilme başvurmadan- rastgele yorumlamaya kalktıklarını görüyoruz. Bu cehalet fırtınası esnasında bilenlerin, alimlerin kendine düşeni yapması gerekmektedir. Hadis, böylesi hengâmlarda susmanın ciddi mesuliyetler getireceğini belirtmektedir.”(38)

Ferasetli bir mü’min, ilmi Allah için değil, dünya için öğrenmiş alimleri hemen tanır; çünkü yüzlerinde nur, kalbinde haşyet yoktur. İnsanların karşısında koltuğuna kurulmuş ve ayak ayak üstüne atmış Kur’an okur, hadis okurlar. Yaptıkları hep tenkittir; kimseyi beğenmezler. Pis pis sırıtır ve fasıklara, kafirlere şirin görünmeye çalışırlar. Sanki babasının malıymış gibi, sürekli, dinden taviz verirler. Söyledikleriyle, bir kere olsun kafirlere, fasıklara, facirlere, İslam düşmanlarına veya İslam dışı sistemlere ters düşmemişlerdir. Onların yanında ezilir, büzülür, kekeler, iki büklüm olurlar. Ama müslümanlara ise aslan kesilir, kükremeleriyle yeri göğü inleterek kalplere korku salarlar. Ayetleri tam tersine çevirmişlerdir; kafirlere karşı çok mütevazi, alçak gönüllü, şefkatli ve merhametli, ama mü’minlere karşı, yani kardeşlerine(!) karşı çok çetin, zorlu ve şiddetli, çok izzetli ve onurludurlar.(39) Hey gidi aslanlar hey!..

Bunları bir hadisinde Peygamberimiz ne güzel teşhir ediyor: Ebu’d Derdâ (ra) anlatıyor: “Resulullah aleyhisselatu vesselam ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra: “Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktadir olamazlar!” buyurdular. 

Ziyad ibnu Lebib el-Ensari araya girip: “Bizler Kur’an'ı, okuyup dururken ilmi bizlerden nasıl kapıp kaçırırlar? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!” dedi. Resulullah’ da: “Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine Fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, Yahudiler ve Nasranilerin elinde, onların ne işine yarıyor, (sanki onunla amel mi ediyorlar)?” buyurdu.  Cübeyr der ki: “Ubâde ibnu’s Samit (ra)’a rasladım. Kardeşin Ebu’d Derda ne söyledi, İşittin mi? Dedim. Ve ona Ebu’d Derda’nın söylediğini haber verdim. Bana, "Ebu’d Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşûdur. Büyük bir camiye girip huşû üzere olan tek şahsı göremeyeceğin vakit yakındır!” dedi.(40)

 

 

Peygamberimizde Gizleme Yoktur

 

Bütün peygamberlerde olduğu gibi Peygamberimizin de en büyük vazifesi, Allah’tan aldıklarını, şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, insanlara tebliğ etmektir.(41) Dolayısıyla Peygamberimiz (sav) Allah’ın indirdiklerinden herhangi bir şeyi asla gizlememiştir. Aksini söyleyen, yalan söylemiştir.(42) Peygamberimize indirilenler kuşkusuz en büyük emanettirler. “Bir peygambere emanete hıyanet asla yakışmaz.”(43) Oysa, ona inen bazı ayetleri tebliğ ve beyan, bazen kendisini düşündürüyor, insanların onu yadırgamaları veya inkar etmeleri veya düşmanlarının aleyhte propaganda yapmaları, ister istemez endişelendiriyordu. Mesela Zeynep binti Cahş (ra) annemizle olan evliliği gibi. Konuyla ilgili inen ayetler,(44) onun ruhî hallerini yansıtıyor: Hem hatırla o vakti ki, o ne âşi olursa açık bir sapıklık etmiş olur. "Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye. Eşini bırakma, Allah'tan sakın" diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah’tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kesince onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlara evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."

Allah'ın, Peygambere takdir ettiği bir şeyde O'na bir güçlük yoktur. Bu Allah'ın sizden öncekilere de uyguladığı yasadır. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir." 

O Peygamberler Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, Allah tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter."

Muhammed içinizden hiç kimsenin babası değil. O, Allah'ın elçisi ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."

Bu ayetlerin iniş sebep ve atmosferini Şehit Seyyid Kutup’un muhteşem tefsirinden takip edelim. “Araplar, evlatlığın boşanmış eşi ile evlenmeyi tıpkı öz oğlun boşanmış eşi ile evlenmek gibi yasak sayıyorlardı. Evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olabilmesi için bu yeni kuralı uygulamaya koyan çığır açıcı bir örneğe ihtiyaç vardı. İşte yüce Allah, Peygamberlik misyonunun bir uzantısı olan bu yükü yüklenmek üzere Peygamberimizi seçmişti. Peygamberimizin bu konudaki tutumunu irdelerken şunu göreceğiz: O'ndan başka hiç kimse bu ağır yükü yüklenemezdi, O'nun dışında hiç kimse bu köklü geleneğe ters düşen uygulama ile toplumun karşısına çıkamazdı. Bölümün ayetlerini incelerken dikkatlerimizi çekecek olan diğer bir nokta da şudur: Bu olaya ilişkin uzun bir değerlendirme ile vicdanlar yüce Allah'a bağlanmaya, müslümanlar ile Allah arasındaki ve kendi aralarındaki ilişkiler açıklanmaya ve Peygamberimizin onlara yönelik görevi belirtilmeye çalışılıyor. Bütün bu çabaların amacı bu yeni uygulamaya yönelik psikolojik direnci kırmak, yüce Allah'ın bu yeni düzenlemeye ilişkin buyruğunun gönül hoşluğu ile ve teslimiyetle benimsenmesini sağlamaktır.

Bu amaçla olayın ayrıntılarına girişmeden önce şu temel kural vurgulanıyor: Karar verme yetkisi yüce Allah'ın ve Peygamberimizin tekelindedir. Yüce Allah ve Peygamberimiz herhangi bir konuda bir karar verdikten sonra erkek kadın hiçbir müminin bu kararın dışına çıkmaya yetkileri yoktur. Bu vurgulamalı ifadeden aynı zamanda şunu anlıyoruz: Arapların köklü geleneklerine ve yıllanmış alışkanlıklarına ters düşen bu yeni uygulamayı topluma benimsetmek, hayli zor olmuştur.

"Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."(45) Elimizdeki güvenilir bilgiye göre bu ayet Cahş kızı Zeynep hakkında inmiştir. Olay şöyle: Peygamberimiz, müslüman toplumun geçmişten devraldığı sınıf farklarını ortadan kaldırarak insanları tarak dişleri gibi eşitleştirmek ve Allah'tan korkma derecesi dışındaki sözde üstünlük derecelerini geçersiz kılmak istiyordu. Oysa o günün toplumunda azad edilmiş köleler, efendiler zümresinden aşağıda bir sınıf sayılıyordu. Peygamberimizin azadlık kölesi ve evlatlığı olan Zeyd b. Harise de bu sınıfın bir üyesi idi. Peygamberimiz bu eski kölesini Haşimoğullarının soylu bir kızı olan Cahş kızı Zeynep ile evlendirmeyi düşündü. Böylece kendi ile çevresi içinde ve kendi insiyatifi ile sınıf farklılığını geçersiz kılarak toplumda tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştı. Bu sınıf farklılığı bilinci o kadar köklü ve o kadar katı idi ki, onu ancak Peygamberimizden kaynaklanan bir uygulama ortadan kaldırabilirdi. Müslüman toplum bu uygulamayı örnek olarak kabul edebilecek ve bu sayede tüm insanlık bu yolda yürüyebilecekti.

Konuya ilişkin olarak "İbn-i Kesir" tefsirinde şu satırları okuyoruz: "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" ayeti hakkında Avfı, Abdullah b. Abbas'a dayanarak şu açıklamayı yapıyor: Peygamberimiz, bir gün Cahş kızı Zeyneb'i evlatlığı Zeyd b. Harise'ye istemeye gitti. Zeynep "Ben onunla evlenmem" dedi. Peygamberimiz "Hayır, onunla evleneceksin" dedi. Bunun üzerine Zeynep "Öyleyse bu konuyu düşüneyim" dedi. Tam onlar bu konuyu konuşurlarken yüce Allah, Peygamberimize "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman..." diye başlayan ayeti indirdi. Bunun üzerine Zeynep, "Ya Resulallah, sen onunla evlenmemi uygun görüyor musun?" diye sordu. Peygamberimizin "Evet, uygun görüyorum" demesi üzerine "Ben Allah'ın Resulüne karşı gelecek değilim, öyleyse onunla evleniyorum" dedi."

Seyyid Kutup üç olayı daha zikrederek açıklamalarını sürdürür: “Konuya ilişkin üçüncü belgeye yer verişimizin sebebi şudur: Bu belge o günün toplumuna egemen olan ve islamın yıkmak istediği, Peygamberimizin değiştirmeyi fiilen, uygulamalı olarak üstlendiği zihniyeti ortaya koyuyor. Bu uygulama, islam toplumunu islamın yeni zihniyetine ve yeryüzü değerlerine ilişkin bakış açısına göre düzenleme çabasının bir parçası idi. Böylece islamın ruhundan kaynaklanan islam sistemine dayalı "özgürlük özlemi"nin önü açılmış oluyordu.

Fakat ayet genel kapsamlıdır, herhangi bir somut olayla sınırlandırılamaz. Bununla birlikte eski evlat edinme geleneğinin izlerini silme girişimi ile, boşanmış evlatlık eşleri ile evlenmeyi serbest bırakmakla ve Peygamberimizin, Zeyd'in eski eşi ile evliliği olayı ile de ilgili olabilir. Bu son olay o günün toplumunda yadırgandığı gibi günümüze kadar bazı islam düşmanları tarafından Peygamberimize dil uzatma bahanesi olarak kullanılmış ve etrafında bir sürü masal örülmüştür.

Bu ayetin iniş sebebi ister okuduğumuz belgelerdeki olaylar olsun, isterse Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olsun, ortaya koyduğu temel kural, müslümanların vicdanlarında, pratik hayatlarında ve zihniyetlerinde derin etkiler meydana getiren, genel ve geniş kapsamlı bir devrim idi….”

“Surenin başında islamdan önceki "evlat edinme" geleneğinin geçersiz olduğu açıklanmış, evlatlıkların öz babalarının soyundan sayılmaları gerektiği belirtilmiş ve aile-içi ilişkiler doğa1 temellerine dayandırılmıştı. O ayetleri bir daha hatırlayalım:

"Allah evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."

"Evlatlıkları, babalara nisbet ederek çağırın; bu Allah yanında daha adaletlidir. Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat kalplerinizin bile bile yaptığında günah vardır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Fakat eski evlat edinme geleneğinin arap toplumunda canlı ve somut izleri vardı. Toplumsa1 hayattaki bu somut izleri silmek, evlat edinme geleneğini ortadan kaldırmak kadar kolay bir iş değildi. Çünkü toplumsal geleneklerin vicdanlarda köklü etkileri vardır. bu etkileri silmek için ortaya karşıt ve pratik örnekler koymak gerekir. Ortaya konacak bu karşıt ve pratik örneklerin ilk başlarda yadırganmaları ve çoğunluğun vicdanlarında yoğun sert tepkiler uyandırmaları kaçınılmazdır.

Peygamberimiz Zeyd b. Harise'yi, halasının kızı Zeynep bint-i Cahş ile evlendirmişti. Bilindiği gibi Zeyd, Peygamberimizin azadlığı ve evlatlığı idi. Önceleri "Muhammed'in oğlu" olarak anıldığı halde daha sonra öz babasının oğlu olarak anılmaya başladı. Peygamberimiz bu evlilikle eskiden kalma sınıf ayrımını ortadan kaldırarak "Allah katında en üstünleriniz, O'ndan en çok korkanlarınızdır" ayetinin anlamını hayata geçirmek, islamın bu yeni değer yargısını pratik bir uygulama ile perçinlemek istemişti.(46) Bunun arkasından yüce Allah, Peygamberimize peygamberlik misyonunun bir uzantısı olarak bu konuda başka bir yük yüklemeyi diledi. Bu yük, eski evlatlık düzeninin izlerini silmeye ilişkindi. Bunun için Peygamberimizin, evlatlığı Zeyd'in boşadığı eşi ile evlenmesi gerekti. Peygamberimiz bu uygulaması ile toplumunun köklü bir alışkanlığına karşı çıkıyordu. Evlat edinmeye ilişkin eski geleneğin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen hiç kimse böyle bir uygulama ile o günkü toplumun karşısına çıkmaya cesaret edemezdi.

Yüce Allah, Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve yerine gelmesini dilediği bir hikmeti uyarınca onunla evleneceğini Peygamberimize ilham yolu ile sezdirmişti. Bu arada Zeyd ile Zeynep arasındaki ilişkiler bozulmuş ve artık uzun zaman birlikte yaşamayacakları ihtimali belirmişti.

O günlerde Zeyd, birkaç kez Peygamberimize başvurarak Zeynep ile bozuştuklarından ve artık onunla geçinemeyeceğinden yakınmıştı. İnanç konusunda hemşehrileri ile yiğitçe, mertçe ve tavizsizce mücadele etmekten çekinmeyen Peygamberimiz, Zeyneb'in geleceğine ilişkin ilahi ilhamın sorumluluğunu omuzlarında hissediyor, o köleleşmiş geleneği uygulamalı olarak yıkmak üzere hemşehrilerinin karşısına çıkmakta tereddüt ediyordu. Bu arada bir de Zeyd'e bakalım. Yüce Allah onu biri müslümanlıktan, öbürü Peygamberimizin akrabalığından ve diğeri de Peygamberimizin sevgisinden oluşan üç katlı bir nimetle onurlandırmıştı. Peygamberimizin kendisine karşı beslediği sevgi, diğer herkese karşı duyduğu sevgiye baskındı. Peygamberimiz onu kölesi iken azad etmiş, sıkı bir eğitimden geçirmiş ve cömert sevgisi ile bağrına basmıştı. İşte bu yüzden Zeyd'in yakınmalarına karşılık ona "Allah'tan kork da eşin ile iyi geçin, ondan ayrılmayı düşünme" diyordu. Böylece hemşehrilerinin köklü alışkanlıklarına karşı çıkmasını gerektireceğini bildiği önemli gelişmeyi, göğüslemeye tereddüt ettiği sert çatışmanın gününü ertelemeye çalışıyordu. Nitekim yüce Allah, Peygamberimizin o günlerdeki duygularını şöyle anlatıyor:

"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundur."

Peygamberimizin, Allah tarafından açıklanacağını bildiği halde sakladığı sır, O'nun yapacağını kalbine ilham ettiği işti. Bu iş yüce Allah tarafından açıkça bildirilmemişti. Eğer açıkça bildirilseydi, Peygamberimiz onu yapmakta tereddüt etmez, onu ertelemez, onu geriye atmaya çalışmazdı; tersine getireceği sonuç ne olursa olsun, onu öğrenir öğrenmez, anında açıklardı. Fakat Peygamberimiz sadece içine doğan bir ilham karşısında idi. Aynı zamanda o işle karşı karşıya kalmaktan ve olayın kahramanı olarak halk ile karşı karşıya gelmekten ürküyordu.

Sonunda yüce Allah'ın izni ile beklenen oldu. Günün birinde Zeyd, Zeyneb'i boşayıverdi. Ne Zeyd ve ne de Zeynep boşanmalarını izleyecek olayı akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Çünkü toplumda egemen olan geleneksel anlayışa göre Zeynep, Peygamberimizin oğlunun boşanmış eşi idi ve Peygamberimize düşmezdi. Gerçi eski evlat edinme geleneği kaldırılmıştı, ama bu anlayış yine geçerliliğini koruyordu. Üstelik evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olduğuna ilişkin henüz bir ayet inmemişti. Bu yoldaki serbestliği kurallaştıracak olan olay, bir süre sonra gerçekleşecek olan Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olayı olacaktı. Kural oturuncaya kadar olay, müthiş bir hayretle, süprizle ve yadırgama ile karşılanmıştı.

Olayın bu akışı, onun hakkında eski-yeni bir çok islam düşmanı tarafından çıkarılan söylentileri, uydurulan masalları ve yakıştırılan iftiraları kökünden çürütüyor.

Olayın gelişimi, yüce Allah'ın buyurduğu gibidir. Okuyalım:

"Sonunda Zeyd, eşi ile ilgisini kesince onu seninle evlendirdik ki, evlatlıklar eşleri ile ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminler için bir sorumluluk olmadığı bilinsin."

Bu çığır açıcı uygulama Peygamberimizin, görevinin gereği olarak üstlendiği ağır bir fedakârlık, ödediği ağır bir vergi idi. Bu uygulamayı, onu son derece antipatik karşılayan bir toplum ile karşı karşıya gelerek gerçekleştirmişti. O yüzden bu karşı çıkma konusunda çekingen davranmıştı. Oysa aynı Peygamberimiz Allah'ın birliği davası ile; toplumun taptığı putları, Allah'a koştuğu sözde ortakları ve bu yolda körü körüne atalarının izinden gitmelerini açık bir dille yererek aynı toplumun karşısına çıkarken hiç tereddüt etmemişti. Bu ayetin sonundaki değerlendirme cümlesi şöyledir: "Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."

Bu buyruğun önüne geçilemez, gereğinden kaçılamaz. O kesinlikle ve somut biçimde gerçekleşir. Ne ertelenebilir ve ne de baştan savulabilir. Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi, Zeyneb'in boşanmayı izleyen "bekleme süresi"nin bitiminden sonra oldu. Söz konusu süre dolunca Peygamberimiz, en sevdiği insan olan eski eşi ile Zeyneb'e haber göndererek kendisi ile evlenmek istediğini bildirdi.

Sahabilerden Hz. Enes, bu olayı bize şöyle anlatır:

"Zeyneb'in boşanmayı izleyen bekleme dönemi dolunca Peygamberimiz, Zeyd b. Harise'ye “Zeyneb'e git ve kendisi ile evlenmek istediğimi söyle” dedi. Zeyd, Zeyneb'in yanına vardığında kadın hamur yoğuruyordu. Olayın bundan sonrasını Zeyd'in kendisinden dinleyelim:

"Zeyneb'i görünce heyecanlandım. Öyle ki, yüzüne karşı `Peygamber seninle evlenmek istiyor' diyemedim. Bu yüzden yüzümü çevirip geri döndükten sonra `Ey Zeynep, müjde! Peygamberimiz seninle evlenmek istediğini söyleyeyim diye beni sana gönderdi' diyebildim. Zeynep, `Rabbimin emri gelmeden ben hiçbir şey yapmam' dedikten sonra yerinden kalkıp namaza durdu. Arkasından kendisi ile ilgili Kur'an ayetleri indi. Bunun üzerine Peygamberimiz, evine gelerek izin almaksızın yanına girdi."(47) 

Nitekim Buhari'nin, sahabilerden Enes b. Malik'e dayanarak bildirdiğine göre bu olayın kahramanı olan "Zeynep bint-i Cahş, Peygamberimizin öbür eşlerine karşı ‘Sizi Peygamber ile aileleriniz beni ise yedi kat gök üzerinden yüce Allah evlendirdi' diyerek övünürdü."

Olay kolay kapanmadı. Çünkü islam toplumun tümü üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu arada münafıkların dilleri çözülmüştü, "Muhammed, oğlunun eşi ile evlendi" dedikodusunu yayıyorlardı.

Mesele, yeni bir ilkeyi yerleştirme meselesi olduğu için Kur'an-ı Kerim, olayın üzerinde ısrarla durmaya, onu "tuhaflık" unsurundan arındırarak yalın, tarihi ve mantıkî aslına dönüştürmeye yönelik çabasına devam etti. Okuyoruz:

"Allah'ın, Peygamber'e takdir ettiği bir şeyde O'nun için güçlük yoktur."

Yüce Allah, Peygamber'e Zeynep ile evlenerek evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmeyi yasaklayan eski arap geleneğini kaldırmasını buyurdu. Buna göre bu uygulamada hiçbir sakınca yoktur. Üstelik Peygamberimiz, bu uygulamayı ortaya çıkaran ilk Peygamber değildir. Çünkü; "Bu, Allah'ın sizden öncekilere de uyguladığı bir yasadır."

Bu uygulama, yüce Allah'ın değişmez ve nesnelerin özleri ile uyumlu yasaları uyarınca yürürlükte kalmıştır. Sonradan üzerini örten düşünceler ve yapmacık gelenekler dayanaksızdır. Devam ediyoruz:

"Allah'ın emri, kuşkusuz, gereği gibi yerine gelecektir."

Yüce Allah'ın emri kesinlikle uygulanacak, gereği yapılacaktır. Onun önünde hiçbir şey ve hiç kimse duramaz. Bu uygulama belirli bir gerekçeye, uzmanlığa ve ölçüye dayalı olarak tasarlanmıştır. Yüce Allah'ın onun ardında güttüğü bir amacı vardır. O onun gerekliliğini, uygulama biçimini, zamanını ve yerini herkesten iyi bilir. Bu gerekçe ile o konudaki eski geleneği kaldırmayı, izlerini uygulamalı biçimde silmeyi, kendi eli ile o geleneğe ters düşen somut bir örnek ortaya koymayı emretmiştir. Yüce Allah'ın bu emrini yerine getirmek kaçınılmazdır.

Demin de belirttiğimiz gibi bu yasa daha önceki Peygamberlerin dönemlerinde uygulanmıştır. Okuyoruz:

"O Peygamberler Allah'ın buyruklarını insanlara iletirler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar."

Yüce Allah'ın omuzlarına yüklediği Peygamberlik görevini yerine getirirken insanların tepkilerini umursamazlar. Onları buyruklarını duyursunlar, uygulasınlar, yürürlüğe koysunlar diye göndermiş olan yüce Allah dışında hiç kimseden korkmazlar. Çünkü;

"Hesap görücü olarak Allah yeter."

Onları sadece O hesaba çeker. Onlardan hesap sormak insanlara düşmez.”

Onun bu hallerini yakından müşahede eden Hz. Aişe (ra) anamız şu sözleri söylemekten kendini alamıyordu: “Eğer Resulullah Kur’an’dan bir şeyi gizleyecek olsaydı, bu ayeti gizlerdi.”(48)

Ama gizlemedi. Daha önce gördük; gizleyemezdi de!.. Yoksa Allah kalbini söker alırdı göğsünden...(49)  Nitekim korktuğu da başına geldi. İnsanlar: “Oğlunun karısıyla evlendi” dediler. Allah da onları yalanladı; Zeyd, O'nun oğlu değildi. O, ancak Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusuydu.(50)

Resulullah gizlemedi ve Allah’ın kendisine yaptığı ihtarları, tek tek okudu: “... içinde Allah’ın meydana çıkaracağı bir şeyi gizliyordun... İnsanlardan çekiniyordun, halbuki Allah’tan çekinmen daha uygundu.”(51) Hz. Aişe doğru söylüyor; bir insan olarak Hz. Resulullah (sav) Kur’an’dan bir şeyleri gizleyecek olsaydı, bu ayetleri gizlerdi. Bu ayetlerde ifade edilenler, nefsin hoşuna giden şeyler değillerdi herhalde. Tam tersi açık ve acı ihtarlar, uyarmalardı… Bu gün bizim bu ayetleri mushaftan okuyor olmamız, gizlenmediklerinin alametidir. Bir sonraki ayet, bu gerçeği bir kere daha belirtiyor ki: “Onlar, Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O’ndan korkarlar. Allah’tan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah da yeter!”(52)

Peygamber efendimizi en iyi tanıyanlardan biri olan eşi Hz. Aişe annemiz yine şöyle anlatıyor: "Kim Rasulullah'ın Allah'ın kitabından bir şeyi gizlediğini zannederse, o da Allah'a en büyük iftirayı atmış olur. Çünkü Allah şöyle buyurdu: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen hakikatı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını tebliğ etmemiş olursun."(53) 

Az önce “Ama gizlemedi. Daha önce gördük; gizleyemezdi de!.. Yoksa Allah kalbini söker alırdı göğsünden...”(54) demiştik. Orada dip not olarak verdiğimiz ayetleri bir görelim isterseniz: “Eğer Muhammed, bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı. Biz onu kuvvetle yakalardık, Sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.”(55) 

Seyyid Kutup, “Fî Zilali’l Kur’an”da usluba da dikkat çekiyor: “Anlatım yönünden bu sözün anlamı; Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- onlara ulaştırdığı konusunda doğru davrandığını göstermesidir. O kendisine vahyedilmeyen bazı sözler uydurmuş olsa, Allah O'nu geçen ayetlerin belirttiği biçimde yakalar ve belirtildiği şekilde öldürürdü. Bu gerçekleşmediğine göre, O'nun tebliğ konusunda doğru davrandığı kesindir.

Konunun açıklanması açısından mesele budur... Fakat açıklık getirmede oluşan hareketli sahne başka bir şey olup, açıklık getirme anlamının ötesinden geniş boyutlu bir çağrışım uyandırıyor. O çağrışımlar; hayat hareket içerdiği gibi korku ve ürkünçlükler de içeriyor. Bunların dışında doğrudan etkileme öğeleri, imalar ve vurgular da içeriyor...

Onda yer alan sağ elin alınması, can damarının kesilmesi hareketi, insanı ürperten, içine korku salan canlı bir tasvir olmasının yanında; kim olursa olsun hiç kimseye, isterse Allah katında saygın, seçilmiş sevimle O Muhammed olsun, herhangi bir tolerans hakkı tanımayan bu meselenin ciddiyetini içerdiği gibi, Allah'ı sonsuz gücü ve O'nun karşısında insan yaratığının acz ve zayıflığını çağrıştıran bir anlamı da içeriyor. Tüm bunların ötesinde, korku ve ürkünçlük vurgusu yer alıyor.”

Elmalılı merhumun ifadeleri de dikkat çekicidir. Ayetlerin tefsiri mealini şöyle verir:  

“44. Eğer o elçi, bize karşı, yani biz ona söylemeden, yap veya yapma demeden, sanki biz söylemişiz gibi, bizim adımıza kendiliğinden bazı laflar uydurmaya kalkışsaydı 

45. Biz ondan dolayı yeminiyle elbette tutar yakalardık. Burada "yemin", "onun yemini" mânâsına peygamberin ettiği yemin veya yüce Allah'ın kuvvet ve kudreti demek olabilir. Yani bu iki mânâya gelme ihtimali vardır. Zira yemin esasen kuvvet demektir. Yani, o takdirde bu Kur'ân, bu sözler Allah tarafından indirildi diye ettiği türlü türlü yeminler yalan yere yemin olacağından dolayı biz onu o yeminiyle yakalar, yahut kuvvetle tutar, hıncını alır, yalanı başına çarpardık. 

46. Sonra elbette ondan dolayı kalp damarını (veya iliğini) keser atardık.

VETÎN: Kalp damarı, şah damarı, atar damar, bazıları da bel kemiğinin iliği, omurilik demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi derhal ölür. Yani, o vakit ikram edip değer vermek şöyle dursun hem yalanını tutarak rezil eder, hem de yok ve helak ederdik.

47. O vakit içinizden hiç biriniz engel olamaz, onu savunamazdı. Fakat gerçek öyle değil, o bir saygın Peygamberdir. Öyle yalandan, yalan yere yeminden uzak, cömertlik ve ikramı, mucizeleri, doğruluk ve güvenilirliği ortada bir elçidir ve o Kur'ân gerçekten âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indirilmedir.”

Kur’an zaman zaman peygamberimize kurulan tuzakları bildirir ve uyarır O’nu. Tabi O’nun şahsında tüm dava adamlarını, inanç erlerini… İşte onlardan bir kaçı: “Ey Muhammed, müşrikler az kalsın seni, indirdiğimiz vahiyden ayırıp adımıza başka sözler uydurmanı sağlıyorlardı, eğer bunu başarabilselerdi, seni dost edineceklerdi. Eğer sana direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin. Eğer onlara yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak tattırırdık da bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın.”(56) 

Şehit müfessirimiz Seyyid Kutup, Kur’an’ın Gölgesinde tefekkür ederken, muhteşem yorumlara ulaşmış ve yazarak bizlere de ulaştırmıştır. Çağımızın insanına emsali az bulunur bir lütuf olarak engin bir düşünce deryası ve leziz bir yol azığı halinde sunulan tefsirinden okuyoruz: “Burada müşriklerin Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı hazırladıkları oyunlar dile getiriliyor. Bu oyunların ilki onların peygamberimizi Allah'ın kendisine vahyettiği gerçeklerden saptırıp, O'nun adına iftirada bulunmasını sağlamaktı. Halbuki Peygamber doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi.

Onlar çeşitli metodlar deneyerek bu amaçlarına varmak istediler... bu tekliflerden biri "Sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım."

Bu tekliflerden biri de bazılarının: "Allah nasıl Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız" demeleridir.

Bu tekliflerden biri de: "Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir...

Ayeti kerimeler, detaylara girmeden bu girişimlere değiniyor. Yüce Allah'ın, peygamberi bu gerçek üzerinde sağlamlaştırması ve onu saptırmalardan koruması ile O'na nedenli büyük bir lütufta bulunduğunu hatırlatıyor. Eğer Allah'ın desteği ve koruması olmasaydı onlara biraz meylederdi. Onlar da kendisini dost edinirlerdi. Sonuçta müşriklerin tekliflerini kabul ettiği için cezaya çarptırılırdı. Bu ceza hem hayatta hem de ölümden sonra katlanılacak olan bir cezadır. Bu durumda onların hiçbiri kendisine yardım edemez ve onu Allah'ın cezasından koruyamazdı.

Yüce Allah'ın peygamberini etkisinden kurtardığı bu girişimler, her zaman iktidar sahiplerinin dava adamlarını, yoldan çıkarmak için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları. davanın doğru yolundan ve sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli sözkonusudur. Dava sahiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir taviz için büyük servetleri feda ederler. Bazı dava sahipleri bu tekliflere kanabilirler. Zira bunun çok basit bir ödün olduğunu görürler. Yani iktidar sahipleri dava adamlarının davalarını bütünü ile bırakmasını istemezler. Tüm istedikleri, ufak tefek birtakım değişikliklerdir. Böylece her iki tarafın da yolun ortasında buluşma imkânını bulurlar. Şeytan dava sahiplerine, bu kanaldan sokularak davanın istikbali için birtakım ödünler verme karşılığında da iktidar sahiplerine, kazanmaları gerektiğini düşündürebilir!

Halbuki, yolun başında ufak bir ödün, küçük bir sapma yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yolaçar. Küçük de olsa davanın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dava adamı daha önce vermiş olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zira bir adım geri çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. Burada sorun davaya bir bütün olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, davanın bir parçasından vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarabilen bir kişinin davasına gerçek anlamda iman ettiği söylenemez. Davanın her tarafı, her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da diğer tarafı gibi gerçektir. Davanın içinde "olmasa da olur" diye bir şey yoktur. Dava her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir parçasını yitirdiğinde tüm özelliklerini yitirmiş olur. Herhangi bir bölümünü yitiren dava, bir elementini yitiren bir bileşim gibi hiçbir özelliğini koruyamaz!

İktidar sahipleri, dava sahiplerine, dava erlerine yavaş yavaş sokulurlar. Dava erleri herhangi bir noktada ufak bir taviz verdiklerinde saygınlıklarını ve sağlamlıklarını yitirirler. Artık iktidar sahipleri pazarlığın sürmesi ve fiyatın arttırılmasıyla davanın tamamını teslim alabileceklerini öğrenmiş olurlar!

Basit ve değersiz de olsa davanın herhangi bir tarafını, iktidar sahiplerini kendi safına çekmek amacı ile gözden çıkarmak davanın zafere ulaşmasında iktidar sahiplerine dayanma ihtiyacı duymak ruhsal (psikolojik) bir bozgundur/yıkılıştır. Mü'minler ise davalarında yalnız Allah'a dayanmak durumundadırlar. Bir kere yıkılış/mağlûbiyet gönüllerin derinliklerine kadar indi mi, artık bu yıkılış asla zafere dönüştürülemez!

İşte bu nedenle yüce Allah, peygamberin kendisinin göndermiş olduğu vahiy üzerinde sağlamlaştırmak, onu müşriklerin tuzaklarından korumak, az da olsa, onlara dayanmaktan uzaklaştırmak ile çok büyük bir lutufta bulunmuştur. Onlara dayanmanın akıbetinden yani dünya ve ahiretin azabından, yardımcı ve destekçiden yoksun kalmaktan rahmetiyle onu korumuştur.

Müşrikler, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bu oyuna getirmekten aciz kalınca, O'nu yurdu olan Mekke'den sürgün etmeye giriştiler. Fakat yüce Allah daha önce Kureyş'i yokederek cezalandırmayacağını bildiği için, peygamberine oradan göç etmesini vahiy ile bildirdi. Eğer onlar Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- baskı ve zorla sürgün etselerdi dünyada cezalandırmayı haketmiş olurlardı:

"O taktirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirlerdi."

Bu, Allah'ın yürürlükte olan değişmez yasasıdır:

"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin değişmez yasamız bu yolda işleye gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini göremezsin."

Yüce Allah bu yasayı, sürekli geçerli olan değişmez bir ilke yapmıştır. Zira peygamberleri yurtlarından sürgün etmek kesin biçimde cezalandırmayı gerektiren bir suçtur. Bu evrene değişmez yasalar hükmetmektedir. Kişisel bir duruma göre değişiklik göstermez. Bu evrene hükmeden yasalar gelip-geçici tesadüfler değildir. Evren, sabit, sürekli işleyen yasalar tarafından idare edilmektedir. Yüce Allah Kureyş'i yüce bir hikmet gereği olarak peygamberlerinin mesajlarını yalanlayan önceki milletler gibi, maddi bir felâket ile yoketmeyi dilemediğinden, Peygamberimizi maddi harikalar ve mucizelerle göndermemiş, onların da O'nu zorla sürgün etmelerini takdir etmemiştir. Aksine O'na hicret etmesini vahiy ile bildirmiştir. Böylece Allah'ın yasası da değişmeden yoluna devam etmiştir.

 Bu müthiş uyarılar içeren ifadelerden sonre biz dönelim mevzumuza ve kısa ve kesin bir şekilde hükmü açıklayalım: alimler peygamberlerin eminleri, vekilleri ve mirasçılarıdırlar. Eğer gerçekten alim iseler, Allah’tan korkar, peygamberlerin yolunda gider ve asla dini ilimleri muhtaçlarından gizleyemezler.(57) Mesele budur. Açık ve seçik olarak mesele bu! Asla bulanıklık yok, mesele net olarak işte budur!... Bunun aksine davrananlara alim denilmez. Daha önce geçmişti, alim, mücerret “bilen kişi” değildir. Bildiğini bildiren, öğretip tebliğ eden, ama önce kendisi yaşayarak halkı irşad edendir. Yoksa, Peygamberimizin, yukarıda geçtiği gibi “dili bilgiç münafık”, “saptırıcı imamlar” dediği, “ağzı gemli” alimler, Hz. Ali’nin “onlardan sakının” dediği “dünyaya dalan ve saltanat uyuntusu olan”(58)lar, “ümmetimin aleyhine korktuğumun en korkuncu” olanlar, asla gerçek bir alim olamazlar.

Eğer insanı hevasından kurtarıp amel etmeye yetmiyorsa, eğer dünyalık için idarecilerin kapılarında uyuntu olmaya engel olamıyorsa, aslında insana izzet kazandıran ilim, zillet kazandırmaktan kurtaramaz. Bu ise, gereken şeyin yerinden gayrıya konması hasebiyle açık bir zulümdür. Kuşkusuz Allah zalimleri sevmez.

Asrın büyük mazlumu ve mücahid alimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, “Saday-ı Hakikat” namıyla şöyle ihtar ediyordu: “Tarik-i Muhammedî (asv) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem o derece azim ve geniş ve muhît bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?”(59)

“Laubaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada (İslam ittihadına) tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar.”(60) Ruhun şâd olsun ey koca İmam!... Keşke seni okuyanlar olarak sözlerini doğru anlayabilseydik, ya da doğru uygulayabilseydik!...

Sözümüzün başında demiştik ki, "eğer peygamber, bir şeyler gizleseydi, Allah kalbini söker alırdı göğsünden.".. Aslında bunlar, şu ayete işaret etmektedirler: “Eğer peygamber bize isnaden bazı sözler uydurmağa kalksaydı, elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun can damarını koparır, yaşatmazdık. Hiç biriniz buna mani de olamazdı.”(61)

Böyle olması da gerekirdi. “Çünkü; peygamberlik işinde doğrunun yalancıdan ve yalancının doğrudan seçilmesi lazımdır. Evet, nübüvvet davasıyla beraber Allah tealaya iftira edenlerin yalanlarını kullarına karşı Allah teala açıklayarak yalancıları rezil etmeyerek onlara müsaade etseydi, nebi olanla olmayan arasında fark olmazdı. Bunun için; kulların yalancıları tasdikte mazur olmaları lazım gelir ve nübüvvet işinden maksat da bozulurdu. Halbuki maksadın bozulması batıldır. Binaenaleyh; enbiyadan yalan da batıldır.”(62)

Uydurma ve iftira, çarpıtma ve yanlış yorumlama gibi gizleme çeşitlerindendir ve hiçbir peygamberde asla sudur etmemiştir. Etmez, çünkü bu peygamberliğe aykırı bir durumdur. Onlar için asla caiz olmayan bir durum..

Hiç şüphesiz sevgili peygamberimizin seçkin ashabı da, ilmi açıklamaktan korkmamış ve ne pahasına olursa olsun, hakikatları insanlara duyurmak için ellerinden gelen gayreti esirgememişler, bu uğurda bir çok sıkıntı, eziyet ve işkencelere sapretmişlerdir. Özellikle hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra, zalim idarecilere karşı hak sözü, ölümü göze alma pahasına da olsa söylemekten kaçınmamışlardır. Başta hak mezheplerin imamları olmak üzere alimlerimizin bu konuda başlarına gelenleri ve onların gerçekleri gizlememe adına söylediklerini hatırlayalım. Kitabımızın hacmini büyütmemek için bunları yazamıyor, sadece büyük işkencelerden geçmiş Ahmet b. Hanbel'in şu sözleriyle konuyu bağlamak istiyoruz: "Cahil cehaleti dolayısıyla sustuğunda, alim de korkudan susarsa; Allah'ın delili ne zaman ortaya çıkar?”(63)

Sahabenin bu konudaki hassasiyetine güzel bir örnek oluşturması bakımından Muaz b. Cebel’in ölüm döşeğindeki rivayetini hatırlayalım. Bir çok tarikle bazen özet, bazen ayrıntılı olarak rivayet edilen bu hadisi biz daha da özetleyerek sunalım. Enes b. Malik’in beyanına göre Muaz, Tebük seferi esnasında Resülullah (sav) terkisindedir. Peygamberimiz (sav) dikkatini çekmek için O’na üç kere seslenir ve sonra şöyle söyler: -“Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve resülü olduğuna şehadet getiren hiçbir kul yoktur ki, Allah O’nu cehenneme haram kılmasın.” Muaz:

-Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mi? Der. Sevgili Peygamberimiz ise:

-Ama o takdirde buna itimad ederler de ameli bırakırlar. Buyurmuşlar.(64) 

Bunu hep içinde saklayan Muaz b. Cebel (ra), ölüm döşeğinde ancak kendisinin bildiği bir ilmi gizlemiş olmasından  dolayı onun zayi olacağından korktu ve insanlara duyurdu. Her ne kadar peygamberimizin endişesine sadakat göstererek onu daha önce söylemediyse de, artık son nefesinde, bir başka peygamber arzusu ve emrini düşündü. O da O’ndan duyduklarını başkalarına aktarma vazifesi idi. Gerçi hadiste kesin olarak bir yasaklama da yoktu ve ihtiyat buraya kadar diyerek hadisi haber verdi ve de ne iyi etti. Bu da böylece “ilmi gizlememe endişesi” olarak tarihe geçmiş oldu.(65) 

Konuyla ilgili olarak Hz. Ali’den gelen iki rivayet de önemlidir:

1. Ebu Cuheyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh)'ye: "Ey mü'minlerin emîri! Yanınızda, Kur'an'da bulunmayan yazılı bir şey var mı?"  diye sormuştum. Şöyle cevap verdi:

"Hayır! Daneyi yar(ıp ondan filizi çıkar)an ve insanı yaratan Zata kasem olsun! Bildiğim şeyler, Allah'ın, Kur'an'da olanı anlamak üzere kişiye verdiği anlayış ve bir de şu sahifede bulunanlardır.

"Pekiyi bu sahifede ne var?" dedim.

"Diyet(le ilgili ahkâm), esirlerin hürriyete kavuşturulması (ile ilgili tavsiye  ve teşvik), kâfir mukabilinde Müslümanın öldürülmeyeceği!"  cevabını verdi."(66) 

Burada İbrahim Canan Bey’in “sebeb-i vürud” olarak yaptığı açıklama, konuya açıklık getirmektedir: “el-Kâdî der ki: "Hz. Ali'ye bu soruyu Şiîlerin bir iddiası sebebiyle sormuştur: Onların  iddiasına göre, Ehl-i Beyt ve bahusus Hz. Ali (radıyallahu anh) nezdinde Resulullah'ın onlara hususi olarak öğretip başkalarından  gizlediği bir kısım vahiyler vardı."

Bu iddiaların yaygınlığı sebebiyle bu kimselerin Hz. Ali'ye Ebu Cuhfe Vehb İbnu Abdillah el-Âmirî'nin dışında Kays İbnu Ubade, el-Eşter en-Nehâî de sormuştur. Yanında Kur'an'dan başka hususi bir vahiy metni olmadığı beyanına dair rivayetler ise başka zatlar tarafından da rivayet edilmiştir. Mesela Tarık İbnu Şihab der ki: "Hz. Ali minberde şöyle derken kendisini dinledim "Vallahi, yanımızda Kitabullah ve şu sahifeden başka size okuyacağımız herhangi bir kitap yok."(67) 

2. Kays İbnu Ubad (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben ve el-Eşter en-Nehâî, Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)'nin yanına gittik. Kendisine:

-"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bütün insanlara şamil olmayan hususi bir talimde bulundu mu?" dedik. Bize:

-"Hayır! ama şu sahifede bulunanlar var!" dedi ve kılıncının kabzasından bir sahife çıkardı. İçerisinde şunlar vardı: "Mü'minlerin kanı eşittir. Onlar kendilerinden başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Onlar içlerinden en adilerinin verdiği emana uyarlar. Haberiniz olsun: Mü'min, kâfir mukabilinde öldürülmez; ahd (antlaşma) sahibi de anlaşma müddeti esnasında (küfrü sebebiyle) öldürülmez. Kim bir cinayet işlerse sorumluluğu kendine aittir (başkasını ilzam etmez). Kim bir cinayet işler veya  caniyi himaye ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun!"(68) 

Gizlemenin istisnası olur mu? Belki şu manada olabilir. İnsanların anlayamayacağı, akıllarının kavrayamayacağı bazı şeyleri anlatmak onlar için fitne olabilir. Çünkü anlatılan hakikatları kavrayamayınca inkar ederler. Dolayısıyla tehlikeye düşerler. Bu iyi niyetli bir gizlemedir ve kişilere göre değişir. Nitekim İbn Mes’ud da şöyle söylemiştir: “Bir topluluğa akıllarının yetmediğini söylersen bazılarını fitneye düşürürsün.”(69) 

Hişam, babası Urve’nin şöyle söylediğini nakleder: “Bir kişiye ilimden anlayamaycağı bir şeyi söylersen, bu söz onun için bir saptırıcı olur.”(70) İbn Abbas da: “İnsanlara tanıdıklarından bahsedin. Allah ve Resülünü yalanlamalarını ister misiniz?”(71) 

Yapılacak iş ilmi gerçekleri gizlemek değil, belli bir tertibe göre öğretmektir. Önce bilinmesi gerekenleri öne almak, zihinleri hazır hale getirdikten sonra bilmeleri gerekenleri daha sonra sunmak, aslında çirkin olan ilmi gizlemek manasında değildir.

 

 

 

 

 

Gizlememe   Sorumluluğu

 

 

 

Alim, her şeyden önce karakter adamıdır. Aynı zamanda bir dava adamı. Kendisine ve davasına inanan adamlar, aynı zamanda cesur adamlardır, yiğit adamlardır. Hasbi, fedakâr, diğergâm, feragât ve hizmet ehli, sevgi ve şefkat dolu, sabırlı, tahammüllü, vakarlı, azimli ve iradeli insanlardır. 

İnsanlar, yeni inanç ve fikirleri, güzel ve yararlı da olsalar, hemen kabul etmezler. Hele o inanç ve düşünceler, kurulu düzenin sahiplerini, menfaatlarını yok edeceği açısından korkutuyorsa, o muhafazakarların yapmayacağı kötülük yoktur davetçilere, tebliğcilere. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Onun için davetçilerin en önemli özellikleri sabır, sebat, azim ve fadakarlıktır. Nitekim Kur’an bunun misalleriyle doludur. Sadece “Asr” suresi bile bu gerçeği ifadeye yeter. Bir kere daha okuyalım mı?: “Asra yemin olsun ki, İnsan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”

Onun için alimler dinin hakikatlerini açıklarken kimseden korkmaz, kimsenin servet ve saltanatı onları aşağılık duygusuna itmez ve enterese etmez, kimsenin  kınamasına ve ayıplamasına aldırmazlar.  

“Doğru söyleyen dokuz köyden kovulurmuş.” Olsun. Allah (azze ve celle)’ın arzı geniştir. Yerine göre hicret de bir ibadettir.

Alimler dini anlatırken elbette hikmet ve maslahatı gözetecekler, zaman ve zemini, muhatabı, şartları, tedricilik ve tekamülü elbette dikkate alacaklardır. Elbette cesaret ile bağırıp çağırmayı, hiddet ve şiddeti, asabiyet ve tehevvürü biribirine karıştırmayacaklardır. Amma hiçbir haksızlık, zulüm, şiddet Onları davalarından ve onun tebliğinden döndürmeyecek, taviz vermeğe yeltendirmeyecektir. Hiçbir mal, makam, şan ve şöhret teklifleri, onları zalimlerle uzlaşma ve işbirliğine sevk etmeyecektir. Onların en evvel duyduğu hakikatlerden biri de hiç şüphesiz: “Cihad ve şehadetin en büyüğü, zalim ve haksız idarecilerin yanında hak ve adaletli sözü haykırmaktır.” Alimlerin nasıl bir cihad içinde olduklarını görmüştük. Onlar, bir de bu açıdan en büyük mücahittirler. Evet, alimler asla ödlek olmaz.

 

Şehamet dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır.

Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.

(M. A. Ersoy)

Allah (azze ve celle), Kur’an’da sık sık bize ve geçmiş ümmetlere “insanlardan değil, benden korkun” der. İşte birkaç örnek:

“Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun!

Yanınızdakini (Tevrat)'ı tasdik edici olarak indirdiğim (Kur'ân)’a iman edin, O'nu, inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim âyetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak benden korkun.

 Hakk'ı batıla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.”(1) 

“Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun.”(2) 

“Bugün kâfirler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun.”(3) 

“İnsanlardan korkmayın, benden korkun, âyetlerimi az bir paraya satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.”(4)

“Kendi emrinden ruh (vahiy) ile melekleri, kullarından dilediği peygamberlere indirip şu gerçeği insanlara bildirin, buyuruyor: Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak benden korkun.”(5) 

İnsanlardan korkan, alim de olsa davetçi olamaz. Belki tam tersi, yani korku veya güzel teklifler karşısında zalimlerden yana tavır koyabilir ve bir Bel’am olarak sıradan insanlardan daha tehlikeli olabilir insanlar için.  Bunların insaflı olanları ise, korku yüzünden bir kenara çekilir, etliye sütlüye karışmaz, vaziyeti idare etmeğe çalışır. Sıkışırsa susar, hakkı gizler. Ama hiç olmazsa hakkı tahrif etmez, batılla karıştırmaz, üç beş kuruşa satmaz.

Fakat Bel’amlara gelince, işte onlardan korkulur. Onları bir başka yerde geniş anlattığımız için sözü uzatmayalım burada ve bu duygularla “kitman-gizleme” arasındaki yakın ilişkileri görmeye çalışalım.

Alimin ayaklarını kaydıran bir husus da, çeşitli sebeplerden ötürü ilmini özellikle de ihtiyaç anında gizlemesidir. İlmini gizleyen ve muhtaç oldukları bir zamanda onu insanlara bildirmeyen, böylece onların yanlış yollara saparak iman ve amellerinin ifsad olmasına göz yuman veya zımnen de olsa sebep olan alimler, elbette Allah katında değersiz oldukları gibi, insanlar yanında da sevimsizdirler.

Kur’an ve Sünnete göre ilmi ihtiyaç anında açıklamak farz, gizlemek ise büyük bir vebal ve günah, açık bir ihanettir. Allah’ın, Meleklerin, Peygamberlerin, hatta cümle yaratıkların lanet ettiği bu şerefsizler, ahirette de hor ve hakir olarak cehenneme atılacak ve en çirkin, en çetin, en acıklı azaplarda sürekli cezalandırılacak, cezaları durmadan artırılacaktır. 

Peygamber efendimizi “oğullarını tanıdıklarından daha iyi tanıyan”(6) Yahudi ve Hıristiyan alimlerinin, Tevrat ve İncil'de onun vasıflarını hep okudukları halde insanlardan gizleyerek ilimlerini inkar etmekle, koca bir ümmeti nasıl dünya ve ahiret perişanlıklarına, azaplarına sürüklediklerini, daha önceki bahislerde görmüştük. Kur’an-ı Kerim, bir çok sure ve ayetlerinde onların bu “kitman-gizleme” işlerini söz konusu ediyor ve ümmetimizi uyarıyor, insanlığı uyandırıyor. Gerçekten, onların apaçık yalanlarının ortaya çıkmasına rağmen, hala gizleme hainlikleri karşısında insan olarak Allah’tan haya ediyoruz ve yüzümüz kızarıyor. Hemcinslerimizin bu kadar alçalabilmesine hayretler içinde bakakalıyor ve “pes doğrusu” diyoruz. Namazlarımızda veya namaz dışında en fazla okuduğumuz Fatiha Suresinin son ayetlerini, önümüzdeki bu kötü örnekleri düşünerek ibretle ve ürpererek okuyoruz: "Gazaba  uğramışların ve sapmışların yoluna iletme." Bunlar, Peygamberimizin açıklamasıyla başta Yahudi ve Hıristiyanlardır. Çünkü bir kısmı bilerek, bir kısmı da bilmeyerek Allah yolundan sapmış, başkalarını da saptırmaya çalışmışlardır.

 

Kur’an’da Gizleme

 

Önce gizleme işinin Allah (cc) tarafından nasıl ısrarla yasaklandığına, birkaç ayet meali ile bakalım inşallah: “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun. Yanınızdakini (Tevrat) tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’an)’a iman edin. O’nu inkar edenlerin ilki siz olmayın, benim ayetlerimi birkaç paraya değişmeyin. Ancak benden korkun. Hakkı batılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin.”(7)

Allah teala, burada İsrailoğulları'na verdiği nimetleri hatırlatıyor. Bunlar kısaca, bir çok peygamberin aralarından çıkması, Allah’ın onlara Tevrat'ı vermesi, Firavun’un zulmünden kurtarması, alemlere üstün kılması, Kudret helvası ve Bıldırcın etiyle beslemesi, ileride gelecek peygamberin sıfatlarını bildirerek dünya ve ahiret saadetlerine hidayet eylemesi… gibi nimetlerdir. Sonra da Allah, “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin” buyuruyor.

Bu söz, Hz Musa ve bütün Peygamberlerin, ümmetlerinden aldığı bir sözdür; aralarında son peygamber zuhur ederse ona iman edecekler, destek vereceklerdir. “İşte o peygamber, Hz. Muhammed (As)’dır. Ona uyunuz” diyor Allah teala. Eğer onlar bu sözlerinde  dururlarsa, dünya ve ahirette mes’ud ve bahtiyar olacaklar, asla korku ve keder duymayacaklar...

Bu sözde durmama ihtimali olabilir. Hangi sebeple? Allah insanların içini okuyabilir, kalplerinden geçeni bilebilir. İşte ikaz ediyor: Bir başkasının size eziyet ve işkence edeceğinden, elinizdeki maddi manevi imkanı alacağından, dünyalığınızı ve halk içindeki itibarınızı kaybedeceğinizden korkarak… sözünüze ihanet etmeyin. Allah’ın ayetlerini, bilgi kaynağınızı, az bir paraya satmayın. Aslında bu korktuklarınızın hiç biri olmaz. Üstelik nimetiniz daha da artar. Olmaz ya, velev olacak olsa bile, size layık olan, sadece Allah’tan korkmak, onun korumasına sığınmaktır. Öyleyse, hakkı batılla karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin...

Ama, Allah’ı dinlemediler!.. Maalesef Tevrat'ta yazılı olanları arkalarına attılar da hevalarına tabi oldular.(8) Allah’ın ayetlerini bile bile gizlediler,(9) kendi elleriyle yazdıkları fikirleri, tevilleri, tercümeleri, yorumları Tevrat’ın aslı ile karıştırdılar, Peygamber (as) Efendimizin vasıflarını, sıfatlarını bile bile sakladılar da, kendi elleriyle yazdıklarını göstererek: “Bu Allah katındandır” dediler.(10) Kitabın kelimelerini tahrif ettiler.(11) Bütün bu alçaklıkları da üç kuruşluk dünya menfaatı için yaptılar. Oysa, yedikleri ateşten başkası değildi...(12)

Şunların ahmaklıklarına bakınız!... Bütün bunları yaptıktan sonra, hala Allah’a imandan, O’nun rızasından, cennetten bahsediyorlar!... İnsanın kendisini kandırması kadar aptallık olabilir mi?.. Bari dünyanızı yaşayın, bırakın bu din kitap istismarlığını be adi adamlar!..

Allah sizden söz almıştı: “Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, O’nu gizlemeyeceksiniz” diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştirdiler. Yaptıkları bu alış veriş ne kadar kötüdür. O yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övünmek isteyenlerin (onanacaklarını) sanma! Onların azaptan kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır.”(13)

Ayetteki “kitap verilenler”den maksat, kitap ehlinin, yani Yahudi ve Hıristiyanların alimleridir. Kitap kitaptır. Dolayısıyla, burada geçen her sözleşme, müjde veya ceza gibi bütün sonuçlarıyla,  kendilerine son ilahi kitap olan Kur’an verilen İslam alimleri için de aynen geçerlidir.

Ayette geçen kitap, Yahudilerin kendi kitaplarıdır. İnsanlara açıklayacakları, gizlemeyecekleri kitap, Tevrattır. Yani iman ettikleri kitap. Onun içindeki  her şey, onların “başımız gözümüz üstüne” diyecekleri, Allah’ın emirleri, nehiyleri, arzularıdır. Son peygamberin sıfatları da vardır orada. Zaten onlar dört gözle beklemektedirler onu. Bu emri yerine getirmelerinden daha tabii ve zevkli, heyecanlı ne olabilir ki!..

Ama onlar öyle yapmadılar!.. Asırlardır gelmesini heyecanla bekledikleri zat, kendi aralarından değil de Araplardan çıkınca, maalesef bir çok olumsuz duygunun neticesi olarak onu reddettiler, O'nu haber veren kendi kitablarını da arkalarına attılar, ilahi anlaşmaya uymadılar, gerçekleri gizlediler, hem  kendi kardeşlerini, hem de kendilerine danışan başka insanları saptırdılar. Allah'ın son peygamberine, hep bekledikleri peygambere, sırf kendi kavimlerinden gelmedi diye, kıskançlık sebebiyle, ırkçılık sebebiyle, iktidar ve menfaat kaygısıyla iman etmediler. Hatta ona ve ona  uyanlarına eziyet ve işkence ettiler, harp açtılar.

Hıristiyanlar da tanımıştı onu ama, onlar da aynen Yahudiler gibi yaptılar. Bizans Keyser’i de tanımıştı. Tahtı, tacı ve hükümdarlığı ile, imanı yan yana koydu. Birini tercih etmesi gerektiğini anlamıştı. Ve o, maalesef, geçici, fani, değersiz dünyalığı seçti. Seçtiği ne olursa olsun, kaybettikleri yanında, gerçekten çok değersizdi ve azıcık bir şeydi...

 

Çağımızda Yahudileşme

 

İşte bu noktada Elmalılı devreye giriyor ve diyor ki: “Ve üzüntüyle kaydedelim ki, hayli zamandan beri bu hale Müslümanlar da düşmüştür. Alimlerden hakkı arayıp, gönlüne göre yanlış bir “uygun” cevabı almak için teşvik veya tehdit eden bir çok cahil, ahlaksız müslümanlar bulunduğu gibi; böyle bayağı menfaatları yolunda dolaşan ve ilmi, dini bir aldatma tuzağı kabul eden ulema taklitleri de ortaya çıkmıştır. İşte Cenab-ı Allah, müslümanları özellikle bu hallerden sakındırıp sabır ve takva, sebat ve azimle söz verdiğini yerine getirmeye sadakat ve ciddiyet göstermek, yüksek himmet ile söz ve fiil olarak hakkı açıklamak, ilahi emirlerin neşir ve genelleştirilmesiyle Allah kelamını yüceltmek (i’lay-ı kelimetullah) için sevk etmek ve kitap ehlinin durumunu kötü görmekle “yaptıkları alış veriş ne kadar kötüdür” buyurmuştur.(14)

Ayetlerin arkasındaki ifadeler, cibiliyetlerinin ne kadar bozuk, ne kadar değersiz ve düşük karekterli olduklarının bir ifadesidir: “Yaptıklarıyla böbürlenen, yapmadıkları şeylerle öğünmelerinden hoşlanan kimseler, asla azaptan kurtulamayacaklardır. Varacakları acıklı bir azaptır.” Gururlu ve kibirliler, yaptıklarıyla övünüyorlar, sanki makbule geçmiş gibi, değerlendirmeyi de kendileri yapıyorlar. Ne yaptınız ki?.. Yalan, dolan, aldatma, ihanet!.. Ya yapmadıkları ile övünmeler?.. Sizi gidi sahtekarlar!..

Allah’ın katındaki yerlerine bakın bu böbürlenenlerin, övünenlerin, inananları beğenmeyenlerin:

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan ayetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya, mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler. Ancak tövbe edip halini düzelterek gerçeği söyleyenler başka, işte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim tövbeleri çokça kabul ederim. Ama ayetlerimizi inkar etmiş ve kafir olarak can vermiş olanlara gelince, işte Allah’ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine olsun. 

Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azapları hafifletilir, ne de kendilerine göz açtırılır.”(15)

Müfessirler, bu ayetlerin Yahudi bilginleri hakkında nazil olduğunu söylerler. “Bildiğin gibi, sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani olmaz. Öyleyse ayetin hükmü, din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip, söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır.

Bunun için Ebû Hüreyre (ra) hazretleri, çok hadis rivayet ettiği söylendiği zaman: “Kur’an’da iki ayet -ki biri bu, diğeri Bakara 174-176. ayetlerdir ki az sonra zikredilecektir- olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim.” demiş ve bu ayetleri okumuştur.(16) Bunun için din işleriyle ilgili hiçbir bilgi gizlenmemelidir. Zira Allah teala buyuruyor ki: Bizim indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah’ın emrine, hükümlerine, irşadına ve bunlara iman edip uymanın vacip oluşuna işaret eden ve hidayetin kendisi olan ayetleri ve delilleri O kitapta veya bu kitapta, gerek Tevrat, İncil ve gerekse Kur’an cinsi bir kitapta insanlara açıklamamızdan sonra, o insanlar içinden bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf etmeyen, ihtiyaç anında söylemeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan, yahut onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla gizleyenler, kim olursa olsun, işte bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka Allah bunları lanetler. Ve bütün lanet edebilecek, lanet duası yapabilecek olanlar da bunları lanetler. Kısaca bunlar, her zaman ve her taraftan hakkıyla lanetlenecek olan mel’unlardır.

Şüphesiz ki, “Hakka karşı susan dilsiz şeytandır.” Şeytan ise daima lanetlenmiş ve kovulmuştur. “Ancak tövbe edenler, tövbe edip de durumlarını düzeltenler, durumlarını düzeltip de gizledikleri gerçeği açıklayıp yayanlar var ya, işte ben Allahu azimüşşan da bunların tevbelerini kabul ederim ve bunları gözetleyerek kendilerini lanetin dışında bırakırım. Tövbeleri çokça kabul eden ve çok merhamet eden benim. Benden fazla tövbe kabul eden hiçbir merhametli düşünülemez.”(17) Ebû Hüreyre'nin  kastettiği ayetlere önceden işaret etmiş isek de, burada, açıkça bir kere daha yazmak istedik. Hem, sahabinin mazereti iyi anlaşılır, hem de, mal ve makam için, şeriatın apaçık emirlerini, insanların onlara ihtiyacı olduğu hallerde ve zamanlarda açıklamayanlar, herkesin şeriatı tartıştığı bir ortamda, sırf mal ve makamları gider endişesiyle veya insanlardan gelecek bir sıkıntı, bir eziyet veya işkence kuşku ve korkusuyla hakkı gizleyenler, insanların surat asmasından korkup da, Allah’ın azabını düşünmeyenler, beşeri kanunların çarpmasından korkup da, şeriatın çarpmasına aldırış etmeyenler, dünya rahatlarını çok iyi hesapladıkları halde, ahirete olan imansızlık veya tereddüt veya iman zayıflığı veya ahmaklıkları sebebiyle oradaki rahatlığı hesaba katmayanlar, insanların kınamasından korkup da Allah’ın lanetini umursamayanlar belki bir kere daha düşünür de ders alırlar: “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de, bununla biraz para alanlar, gerçekten karınları dolusu ateşten başka bir şeyi yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne bir söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir azap vardır. İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı, affedilmeyi bırakıp azabı satın alan kimselerdir. Bunlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar! Şüphesiz ki Allah, kitabı hak bir sebeple indirmiştir. Kitap hakkında ihtilafa düşenler ise, şüphesiz haktan uzak, derin bir anlaşmazlık içindedirler.”(18)

Allah’ın kitabı apaçık ve ortada iken, ondaki şeriatı kendi kafalarına göre yorumlayanlar elbette ihtilafa düşeceklerdir. Hem kitap apaçık olacak, kanunları apaçık olacak, hem de ihtilafa düşülecek, olur mu öyle şey? Elbette olmaz! Peki niye oluyor? İnsanın kalbinde maraz olur da elindeki kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmını da açık veya örtülü bir şekilde inkar ediyorsa, yada kitaba aykırı başka kitapların hakimiyetini kabul ediyor da, onlardakilere toslamamak için ilahi kitabı eğip büküyorsa, yada, koruması gereken bir makam, mal, şöhret vs. var da kitap onlara zarar verebilecek aykırı sözler söylüyorsa, veya yetersiz akıl ve ilimle kitabı yorumlamaya kalkıyorsa, işte orada ihtilaf kaçınılmaz olur.

Medya’ya çıkarak, hiç bir konuda anlaşamadan ayrılan ulemaya dikkat ediniz! Maksatlarının sırf Allah rızası olmadığı ne kadar da açık!.. Birbirlerini veya bir şeyleri koruma ve kollama adına konuşuluyorsa, inanmadıkları şeyler, başka zaman ve zeminlerde aksini söyledikleri şeyler konuşuluyorsa, orada elbette ihtilaf olacaktır.

Burada yeri gelmişken bir çift söz de zalim yönetimlere yönlendirilirse yerindedir diye düşünüyoruz. Zalim yönetimlerdir tabi ki alimleri ayartan başta. Ancak zalim yönetimlerini onaylayan, zalim yasalarına fetva verecek olan alimleri devlette kullanan ve ödüllendiren, hakkı yaşayan ve yayan alimleri cezalandıran veya dışlayan sistemler elbette sorumludurlar bu çirkinliklerden. Ne var ki bu suç, alimlere mazeret olamaz asla, onları saptırmamalı doğru bildikleri yoldan. Karanlık çağlarda  kalmış zalim, despot ve dikta rejimleri bir kenara bırakalım, din ve vijdan özgürlüğünü bayraklaştıran,  devletin dine karışmayacağını anayasal teminat altına alan ülkelere bakalım. Gerçi bugün mesela Türkiye gibi Lâik  ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve görevleri ile ilgili emirleri devletten alması, lâikliğin din-devlet ayrımı iddiasında ne kadar samimi olduğunu göstermektedir, o da ayrı bir tartışma konusudur.  Çünkü dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren lâik rejimler, uygulamada dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemişlerdir. Bu yüzden lâik devletlerde ortaya “lâik bir din”, bir başka ifadeyle “garip bir devlet dini” çıkmaktadır. İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, içi boşaltılarak kuşa çevrilip, tahrif edilmiş, değiştirilmiş bir din ortaya çıkmakta, daha doğrusu çıkarılmaktadır. Hatta yürürlükteki sistemle çatışmayı göze alamayan kimi din adamları, çaresizliklerini zaruret kabul ederek Allah’ın diniyle çatışmayı göze alabilmişlerdir. Onlara göre Allah (azze ve celle) affeder ama, sistem asla.

Kur'an, geçmişte din adamlarının yaptıkları bu tahrif, tağyir, keyfe göre dini kural koyma  ve benzeri işlerin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bu tür uygulamalarda bulunmayı “rablik” iddiası, bu faaliyetleri meşrû kabul etmeyi de “din adamlarını rabb kabul etme” olarak değerlendirmektedir. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki tek bir ilah'tan başkasına ibâdet etmemekle emrolunmuşlardı..."(19) 

Neyse, biz yine sadede gelelim.Yukarıda anlatılan ihtilafın kaynağı ğayet açıktır; kitabın gizlenmesi. Yani kitabın ayetlerinin ve ayetlerde açıklanan hükümlerin, yasaların, kanunların gizlenmesidir. Bu gizleme bazen susarak, bazen yanlış yorumlayarak ve çarpıtarak, bezen de aslı inkar edilerek yapılır. Niçin yapılır? Mal için, makam için, şöhret için, riyaset için... Adam başkan olacak, olmazsa olmaz. Adam, herkesin tanıdığı, sevdiği olacak, yobazlık(!) yapmanın alemi var mı? Medya ancak öyle kabul ediyor. Birisinden haber verdiler. Demişler ki: -Hocam, siz bu işlerin hep aleyhinde konuşurdunuz, peki şimdi ne oldu da aynısını siz yapıyorsunuz? Demiş ki:

-Biraz da bizim malımız olsun, hep mi eller yiyecek!..

Gerisini ben getireyim:

-Peki, ya Allah’ın gazabı?

- Affettiririz canım; daha ölmedik! -Ya senin yüzünden sapıtanlar?.. -Sapıtmasınlar! Kitap, kendilerinin elinde de var. Açıp doğrusunu okusunlar. Değilse, ahmaklıklarının, bilgisizliklerinin çeksinler cezasını!..

Adamın cevabı cebinde!.. Adamın amacı, yemek ve eşya edinmek. Bunları bir yerden hatırlıyoruz. Tamam; Allah, Muhammed (kıtal) suresinde kafirleri tanıtırken söylüyordu: “İnkar edenler ise (dünyadan) faydalanır, eşya edinirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”(20) Bu da bizim nankörümüz!...

Bunlar, başlarına gelecek olanlardan habersiz değiller: yedikleri ateş, yatakları ateş, yorganları ateş, evleri ateş... Kaldıkları yer cehennem çünkü... Ama onlar inanmıyor; bir yolunu bulur, oradan da paçayı sıyırır, sıvışırız, diyorlar... Akıllı geçinen ahmaklar!.. İzzet ve onurun nerede olduğunu bilemeyen cahiller.  Kaç kere kovuldukları kapılarda hala yaltaklanan   zavallı şeref fukaraları...

 

 

Hadislerde Gizleme

 

Çok mu ağır ifadeler bunlar?.. Sanmıyorum. Peygamberimiz buyuruyor: “Kim, insanların dini işlerinde Allah’ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah, kıyamet günü ateşten bir gem ile gemler.”(21)

“Kim bir ilimden sorulur, o da bunu gizlerse, Kıyamet günü ateşten bir gem ile gemlenir.”(22)

İ.Canan bey, bu tür hadisler için şu açıklamayı yapar: “Bu ilimden maksad öğretilmesi gereken, farz olduğu açıkça bilinen ilimlerdir. Sözgelimi kâfir, İslam ve din hakkında bir şeyler sorsa bunun ketmedilmemesi gerekir. Keza yeni müslüman olmuş bir kimse namaz hakkında soracak olsa veya bir kimse gelip, haram helal hakkında soracak olsa bütün bunların cevaplanması, öğretilmesi gerekir. Bildiği halde bunları cevaplamayan hadisteki tehdide müstehak olur. Ancak hüküm, öğretilmesi gerekmeyen nafile şeyler hakkında böyle değildir.”(23) 

İmam Nevevi’nin “Riyazu’s Salihin” adlı muhteşem, mazzam, mübarek ve müfid hadis derlemesine, kanaatımızca bu zamana kadar yapılanların en güzeli olarak bir şerh –açıklama- yapan, isimleri bibliyografya’da yazılı komisyon, yukarda anılan hadis için şu yorumu yapar: “İlim bölümünün başlangıcından beri ifade etmeye çalıştığımız gibi ilmi başkalarından esirgeyip saklamak değil, açıklamak ve yaymak, daha çok insana ulaşmasını sağlamak esastır. Çünkü âlimin vazifesi bilmeyenlere öğretmek, insanları hakka davet etmek, ilminden başkalarını faydalandırmak ve bütün insanların hidayete kavuşması, böylece dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşması için çaba harcamaktır. Burada, bir kimsenin bildiği halde cevap vermeyerek başkalarından esirgediğinden bahsedilen ve kıyamet gününde de kişinin ağzına gem vurulmasına sebep olan ilmin, herkes için bilinip öğrenilmesi zarûrî sayılan bilgiler olduğu kabul edilir. Bu bilgiler, genel anlamda ilmihal bilgileri diye anılan, itikadımızın, ibâdetlerimizin ve yaşadığımız hayatla ilgili diğer muamele ve ilişkilerimizin Allah katında makbul olması için ne yapmamız, nasıl hareket etmemiz gerektiğini öğreten bilgilerdir. Çünkü esirgenmesi câiz olmayan ve herkes için lüzumlu olan ilim budur. Kâfire İslâm'ı anlatmak, müslümana ibadetleri öğretmek, nelerin helâl nelerin haram olduğunu bilmek, bilmeyenin sorması halinde bunları cevaplandırmak zorunlu olup bu yöndeki bilgileri başkalarından esirgemek câiz olmaz. Gizlenilmemesi gereken bilgi gizlenir, insanlardan esirgenirse, ilmin yüksek gaye ve hedeflerinden uzaklaşılmış olur. Bunları gizleyen kimsenin ağzına kıyâmet gününde bir gem vurulur ve o, ilmi gizlemenin cezasını böylece çeker. Ağza gem vurulmasının sebebi, ilmin yayılmasına onun engel olması sebebiyledir. 

 

Hadisten Öğrendiklerimiz:

 

1. İlim ehli olan kimsenin bilgisini gizlemesi câiz değildir. 

2. Din âlimlerinin ilmi tebliğ edip başkalarına öğretmeleri şattır. 

3. Zarûrî dinî bilgileri başkalarından esirgeyip saklamak büyük günahlardan sayıldığı için  âhiretteki cezası da ağırdır.”(24) 

Fakir de başka bir noktaya dikkat çekeyim; dikkat ediyorsunuz, hem ateştedirler, hem de gemlenmişlerdir. Peki, kim gemlenir?.. Demek bizim ifadelerimiz aşırı değil, ancak hak ettikleridir.

Peygamber (sav) efendimizin hadislerine devam edelim:

“İlmi gizleyene, denizdeki balıklar ve semadaki kuşlara varıncaya kadar her şey lanet eder.”(25)

“İlimde nasihatlaşınız, birbirinizden ilmi gizlemeyiniz. Çünkü ilimde hıyanet, malda hıyanetten daha şiddetlidir.”(26)

“Allah teala ilim verdiği her alimden onu gizlemeyeceğine dair koyu söz almıştır.”(27)

Şimdi de ikaz edici iki  hadis aktaralım:

“Kim ki ilmi artar da, dünyaya karşı zühdü artmazsa, ancak Allah’tan uzaklığı artar.”(28)

“Kendisiyle Allah’ın rızası istenen bir ilmi, dünyalık bir şeyler elde etmek için öğrenen, kıyamet gününde Cennetin kokusunu duyamaz.”(29)

“İnsanların kalbini kendine celb etmek için ilim öğrenen kişinin kıyamet gününde Allah teala ne farzını, ne de nafilesini kabul etmez.”(30)

“Kim ilim karşılığı yerse, Allah yüzünü dümdüz eder ve ökçelerinin üstüne geri çevirir. Cehennem ona layık olur.”(23) Burada kasdedilenler, Allah’u a’lem, dini ilimleri dünyalık yemek için istismar edenler, insanların mallarını haksız yere yiyenlerdir.

“Allah’tan başkası için ilim öğrenenler, Cehennemde yanacak yerlerini hazırlasınlar.”(31)

“Yazıklar olsun ümmetimin kötü alimlerine.”(32)

“Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.”(33) İnsanın ilmiyle ne işler yaptığından sorguya çekilmesinden maksat, Allah-u a’lem, ilmiyle ihlaslı amel edip etmediği, başkalarına güzel örnek olup olmadığı, muhtaç olanlara öğretip öğretmediği yanında,  soranlardan veya ihtiyaç duyanlardan gizleyip gizlemediği olacaktır.

"Eğitim ve öğretimin amacı", "alimin taşıması gereken niyet", daha önce yazılmıştı. Son hadisler ile bu konu bir kere daha gündeme gelmiş oldu. Bu hadisleri o konu hakkında da düşünürken, oradaki bilgilerimizi zihnimizden buraya da taşıyalım lütfen. Evet, amaç Allah’ın rızasıdır. Çünkü maksat, Allah’tır. O severse, insanlara da sevdirir, dünyalık da verir. İmtihan için, aksi de olabilir. Bize düşen, İslam'ın ölçülerini titizlikle korumak ve emrolunduğumuz gibi istikametle yaşamaktır.

Gizlemenin istisnası olur mu? Belki şu manada olabilir. İnsanların anlayamayacağı, akıllarının kavrayamayacağı bazı şeyleri anlatmak onlar için fitne olabilir. Çünkü anlatılan hakikatları kavrayamayınca inkar ederler. Dolayısıyla tehlikeye düşerler. Bu iyi niyetli bir gizlemedir veya zaman ve zeminini gözlemedir ve kişilere göre değişir. Nitekim İbn Mes’ud da şöyle söylemiştir: “Bir topluluğa akıllarının yetmediğini söylersen bazılarını fitneye düşürürsün.”(34) 

Hişam, babası Urve’nin şöyle söylediğini nakleder: “Bir kişiye ilimden anlayamayacağı bir şeyi söylersen, bu söz onun için bir saptırıcı olur.”(35) İbn Abbas da: “İnsanlara tanıdıklarından bahsedin. Allah ve Resülünü yalanlamalarını istermisiniz?”(36) Bediüzzeman Said Nursi: “Her söylediğin doğru olsun ama, her doğru da her yerde söylenmez” demişti. Bize Arapça ders veren bir hocamız tahtaya bir cümle yazmıştı: “Li külli makamin magal”. Türkçesi, “Her makamın, münasip bir sözü vardır.” Hemen arkasına şunu da yazmıştı: “Ve li külli ormanin çakal.” Yani “Her ormanın da bir çakalı vardır.”  Yarısı Arapça yarısı Türkçe bu sözün ifade ettiği bir gerçek var; sağda solda bir sürü çakal varken konuşmalara biraz dikkat etmek de gerekir. Mesele biraz yerinde konuşmak, biraz sır saklamak ile alakalı herhalde. Ortalıkta bu kadar yaygın mekanik kulak varken, her sözü her yerde söylememek gerek herhalde. Bir maslahat ve menfaata dayanan bu tutum, kitman –gizleme- sayılmasa gerektir.

Yapılacak iş ilmi gerçekleri gizlemek değil, belli bir tertibe göre öğretmektir. Önce bilinmesi gerekenleri öne almak, zihinleri hazır hale getirdikten sonra bilmeleri gerekenleri daha sonra sunmak, aslında çirkin olan ilmi gizlemek manasında değildir.

 

Selefe Sövenler

 

Kötü alimlerin bir vasfı da, önce gelmiş selef alimlerine kötü söylemek, onları cahillik, taassub ve yobazlık gibi çirkin vasıflarla anıp tel’in etmektir. Bundaki amaçları da, onların söylediklerine aykırı düşen kendi sözlerini kabul ettirmektir. Asırlar öncesinden bu durum kendisine bildirilen sevgili Peygamber (sav) efendimiz, şöyle buyurmaktadırlar: “Bu ümmetin sonradan gelenleri, önce gelenlerine lanet ettiği vakit, kim bir hadisi söylemez, ketmeder (gizler)’se, Allah’ın indirdiğini ketmetmiş olur.”(37)

Bu hadisin şerhinde Prof. Dr. İbrahim Canan şunları yazıyor: “Bu hadis, senet itibariyle zayıf  sayılsa da, alimler, hadisin ifade ettiği manayı te'yid eden başka rivayetlere dayanarak hadiste beyan olunan manayı makbul addedip açıklama sunmuşlardır. Sindî'nin Haşiye'sinde kaydedildiği üzere, hadis iki şekilde te'vil edilmiştir:

1- Cehaletin artıp, Ashab'ın yüce makamını bilmeyen nesillerin yetişip, cahilliğin  sevkiyle, Ashab'a dil uzatmaların meydana geldiği zamanlarda Ashab'ın fazileti ve onlara dil uzatmanın haramlığı konusunda hadis bilenler bildiklerini gizlememeli,  daha bir gayretle neşretmelidir. Kim bu çeşitten bir bildiğini gizlerse Allah'ın indirdiğini gizlemiş olur. Hadisler de, ulemanın ittifakla belirttiği üzere, vahye dayanmaktadır. Öyleyse onun gizlenmesi de "Allah'ın indirdiğini gizlemek" sayılmalıdır.

2- Din ilimlerinin çeşitli sebeplerle ortadan kalktığı, alimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin hüküm sürdüğü ve bu sebeple selef ve eslafa dil uzatıldığı zamanlarda ilme daha çok ihtiyaç hasıl olacaktır. Böyle durumlarda bilenlerin, bildiklerini neşretmeleri gerekmektedir. Aksi takdirle Allah’ın indirdiğini gizleme gibi ciddi bir hataya ve sorumluluğa düşmüş olacakladır. 

Bu yorumlar bilhassa zamanımızı tasvir ediyor gibidir. Aslında ilim şöyle dursun, daha mebâdiden ve kavâid-i külliyeden (umumi prensiplerden) bîhaber bir kısım unvan sahiplerinin veya ne idüğü belirsiz yazar takımlarının sahabe, tâbiin, etbauttabiin, bütün selef ve müteahhir eslaf ulemasını toptan reddedip hadisi, icmayı, fukahanın kıyas ve fetvalarını reddedip, keyiflerine göre ahkam kestiklerini, Kur’an'ı -hiçbir ilme başvurmadan- rastgele yorumlamaya kalktıklarını görüyoruz. Bu cehalet fırtınası esnasında bilenlerin, alimlerin kendine düşeni yapması gerekmektedir. Hadis, böylesi hengâmlarda susmanın ciddi mesuliyetler getireceğini belirtmektedir.”(38)

Ferasetli bir mü’min, ilmi Allah için değil, dünya için öğrenmiş alimleri hemen tanır; çünkü yüzlerinde nur, kalbinde haşyet yoktur. İnsanların karşısında koltuğuna kurulmuş ve ayak ayak üstüne atmış Kur’an okur, hadis okurlar. Yaptıkları hep tenkittir; kimseyi beğenmezler. Pis pis sırıtır ve fasıklara, kafirlere şirin görünmeye çalışırlar. Sanki babasının malıymış gibi, sürekli, dinden taviz verirler. Söyledikleriyle, bir kere olsun kafirlere, fasıklara, facirlere, İslam düşmanlarına veya İslam dışı sistemlere ters düşmemişlerdir. Onların yanında ezilir, büzülür, kekeler, iki büklüm olurlar. Ama müslümanlara ise aslan kesilir, kükremeleriyle yeri göğü inleterek kalplere korku salarlar. Ayetleri tam tersine çevirmişlerdir; kafirlere karşı çok mütevazi, alçak gönüllü, şefkatli ve merhametli, ama mü’minlere karşı, yani kardeşlerine(!) karşı çok çetin, zorlu ve şiddetli, çok izzetli ve onurludurlar.(39) Hey gidi aslanlar hey!..

Bunları bir hadisinde Peygamberimiz ne güzel teşhir ediyor: Ebu’d Derdâ (ra) anlatıyor: “Resulullah aleyhisselatu vesselam ile beraberdik. Gözünü semaya dikti. Sonra: “Şu anlar, ilmin insanlardan kapıp kaçırıldığı anlardır. Öyle ki, bu hususta insanlar hiçbir şeye muktadir olamazlar!” buyurdular. 

Ziyad ibnu Lebib el-Ensari araya girip: “Bizler Kur’an'ı, okuyup dururken ilmi bizlerden nasıl kapıp kaçırırlar? Vallahi biz onu hem okuyacağız, hem de çocuklarımıza, kadınlarımıza okutacağız!” dedi. Resulullah’ da: “Anasız kalasın, ey Ziyad, ben seni Medine Fakihlerinden sayıyordum. (Bak) işte Tevrat ve İncil, Yahudiler ve Nasranilerin elinde, onların ne işine yarıyor, (sanki onunla amel mi ediyorlar)?” buyurdu.  Cübeyr der ki: “Ubâde ibnu’s Samit (ra)’a rasladım. Kardeşin Ebu’d Derda ne söyledi, İşittin mi? Dedim. Ve ona Ebu’d Derda’nın söylediğini haber verdim. Bana, "Ebu’d Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: İnsanlardan kaldırılacak olan ilk ilim huşûdur. Büyük bir camiye girip huşû üzere olan tek şahsı göremeyeceğin vakit yakındır!” dedi.(40)

 

 

Peygamberimizde Gizleme Yoktur

 

Bütün peygamberlerde olduğu gibi Peygamberimizin de en büyük vazifesi, Allah’tan aldıklarını, şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, insanlara tebliğ etmektir.(41) Dolayısıyla Peygamberimiz (sav) Allah’ın indirdiklerinden herhangi bir şeyi asla gizlememiştir. Aksini söyleyen, yalan söylemiştir.(42) Peygamberimize indirilenler kuşkusuz en büyük emanettirler. “Bir peygambere emanete hıyanet asla yakışmaz.”(43) Oysa, ona inen bazı ayetleri tebliğ ve beyan, bazen kendisini düşündürüyor, insanların onu yadırgamaları veya inkar etmeleri veya düşmanlarının aleyhte propaganda yapmaları, ister istemez endişelendiriyordu. Mesela Zeynep binti Cahş (ra) annemizle olan evliliği gibi. Konuyla ilgili inen ayetler,(44) onun ruhî hallerini yansıtıyor: Hem hatırla o vakti ki, o ne âşi olursa açık bir sapıklık etmiş olur. "Ey Muhammed! Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye. Eşini bırakma, Allah'tan sakın" diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah’tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kesince onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlara evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."

Allah'ın, Peygambere takdir ettiği bir şeyde O'na bir güçlük yoktur. Bu Allah'ın sizden öncekilere de uyguladığı yasadır. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir." 

O Peygamberler Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, Allah tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap görücü olarak yeter."

Muhammed içinizden hiç kimsenin babası değil. O, Allah'ın elçisi ve Peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."

Bu ayetlerin iniş sebep ve atmosferini Şehit Seyyid Kutup’un muhteşem tefsirinden takip edelim. “Araplar, evlatlığın boşanmış eşi ile evlenmeyi tıpkı öz oğlun boşanmış eşi ile evlenmek gibi yasak sayıyorlardı. Evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olabilmesi için bu yeni kuralı uygulamaya koyan çığır açıcı bir örneğe ihtiyaç vardı. İşte yüce Allah, Peygamberlik misyonunun bir uzantısı olan bu yükü yüklenmek üzere Peygamberimizi seçmişti. Peygamberimizin bu konudaki tutumunu irdelerken şunu göreceğiz: O'ndan başka hiç kimse bu ağır yükü yüklenemezdi, O'nun dışında hiç kimse bu köklü geleneğe ters düşen uygulama ile toplumun karşısına çıkamazdı. Bölümün ayetlerini incelerken dikkatlerimizi çekecek olan diğer bir nokta da şudur: Bu olaya ilişkin uzun bir değerlendirme ile vicdanlar yüce Allah'a bağlanmaya, müslümanlar ile Allah arasındaki ve kendi aralarındaki ilişkiler açıklanmaya ve Peygamberimizin onlara yönelik görevi belirtilmeye çalışılıyor. Bütün bu çabaların amacı bu yeni uygulamaya yönelik psikolojik direnci kırmak, yüce Allah'ın bu yeni düzenlemeye ilişkin buyruğunun gönül hoşluğu ile ve teslimiyetle benimsenmesini sağlamaktır.

Bu amaçla olayın ayrıntılarına girişmeden önce şu temel kural vurgulanıyor: Karar verme yetkisi yüce Allah'ın ve Peygamberimizin tekelindedir. Yüce Allah ve Peygamberimiz herhangi bir konuda bir karar verdikten sonra erkek kadın hiçbir müminin bu kararın dışına çıkmaya yetkileri yoktur. Bu vurgulamalı ifadeden aynı zamanda şunu anlıyoruz: Arapların köklü geleneklerine ve yıllanmış alışkanlıklarına ters düşen bu yeni uygulamayı topluma benimsetmek, hayli zor olmuştur.

"Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."(45) Elimizdeki güvenilir bilgiye göre bu ayet Cahş kızı Zeynep hakkında inmiştir. Olay şöyle: Peygamberimiz, müslüman toplumun geçmişten devraldığı sınıf farklarını ortadan kaldırarak insanları tarak dişleri gibi eşitleştirmek ve Allah'tan korkma derecesi dışındaki sözde üstünlük derecelerini geçersiz kılmak istiyordu. Oysa o günün toplumunda azad edilmiş köleler, efendiler zümresinden aşağıda bir sınıf sayılıyordu. Peygamberimizin azadlık kölesi ve evlatlığı olan Zeyd b. Harise de bu sınıfın bir üyesi idi. Peygamberimiz bu eski kölesini Haşimoğullarının soylu bir kızı olan Cahş kızı Zeynep ile evlendirmeyi düşündü. Böylece kendi ile çevresi içinde ve kendi insiyatifi ile sınıf farklılığını geçersiz kılarak toplumda tam bir eşitlik sağlamayı amaçlamıştı. Bu sınıf farklılığı bilinci o kadar köklü ve o kadar katı idi ki, onu ancak Peygamberimizden kaynaklanan bir uygulama ortadan kaldırabilirdi. Müslüman toplum bu uygulamayı örnek olarak kabul edebilecek ve bu sayede tüm insanlık bu yolda yürüyebilecekti.

Konuya ilişkin olarak "İbn-i Kesir" tefsirinde şu satırları okuyoruz: "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkeğe ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur" ayeti hakkında Avfı, Abdullah b. Abbas'a dayanarak şu açıklamayı yapıyor: Peygamberimiz, bir gün Cahş kızı Zeyneb'i evlatlığı Zeyd b. Harise'ye istemeye gitti. Zeynep "Ben onunla evlenmem" dedi. Peygamberimiz "Hayır, onunla evleneceksin" dedi. Bunun üzerine Zeynep "Öyleyse bu konuyu düşüneyim" dedi. Tam onlar bu konuyu konuşurlarken yüce Allah, Peygamberimize "Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman..." diye başlayan ayeti indirdi. Bunun üzerine Zeynep, "Ya Resulallah, sen onunla evlenmemi uygun görüyor musun?" diye sordu. Peygamberimizin "Evet, uygun görüyorum" demesi üzerine "Ben Allah'ın Resulüne karşı gelecek değilim, öyleyse onunla evleniyorum" dedi."

Seyyid Kutup üç olayı daha zikrederek açıklamalarını sürdürür: “Konuya ilişkin üçüncü belgeye yer verişimizin sebebi şudur: Bu belge o günün toplumuna egemen olan ve islamın yıkmak istediği, Peygamberimizin değiştirmeyi fiilen, uygulamalı olarak üstlendiği zihniyeti ortaya koyuyor. Bu uygulama, islam toplumunu islamın yeni zihniyetine ve yeryüzü değerlerine ilişkin bakış açısına göre düzenleme çabasının bir parçası idi. Böylece islamın ruhundan kaynaklanan islam sistemine dayalı "özgürlük özlemi"nin önü açılmış oluyordu.

Fakat ayet genel kapsamlıdır, herhangi bir somut olayla sınırlandırılamaz. Bununla birlikte eski evlat edinme geleneğinin izlerini silme girişimi ile, boşanmış evlatlık eşleri ile evlenmeyi serbest bırakmakla ve Peygamberimizin, Zeyd'in eski eşi ile evliliği olayı ile de ilgili olabilir. Bu son olay o günün toplumunda yadırgandığı gibi günümüze kadar bazı islam düşmanları tarafından Peygamberimize dil uzatma bahanesi olarak kullanılmış ve etrafında bir sürü masal örülmüştür.

Bu ayetin iniş sebebi ister okuduğumuz belgelerdeki olaylar olsun, isterse Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olsun, ortaya koyduğu temel kural, müslümanların vicdanlarında, pratik hayatlarında ve zihniyetlerinde derin etkiler meydana getiren, genel ve geniş kapsamlı bir devrim idi….”

“Surenin başında islamdan önceki "evlat edinme" geleneğinin geçersiz olduğu açıklanmış, evlatlıkların öz babalarının soyundan sayılmaları gerektiği belirtilmiş ve aile-içi ilişkiler doğa1 temellerine dayandırılmıştı. O ayetleri bir daha hatırlayalım:

"Allah evlatlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söyler ve O, doğru yola iletir."

"Evlatlıkları, babalara nisbet ederek çağırın; bu Allah yanında daha adaletlidir. Şayet babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok, fakat kalplerinizin bile bile yaptığında günah vardır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."

Fakat eski evlat edinme geleneğinin arap toplumunda canlı ve somut izleri vardı. Toplumsa1 hayattaki bu somut izleri silmek, evlat edinme geleneğini ortadan kaldırmak kadar kolay bir iş değildi. Çünkü toplumsal geleneklerin vicdanlarda köklü etkileri vardır. bu etkileri silmek için ortaya karşıt ve pratik örnekler koymak gerekir. Ortaya konacak bu karşıt ve pratik örneklerin ilk başlarda yadırganmaları ve çoğunluğun vicdanlarında yoğun sert tepkiler uyandırmaları kaçınılmazdır.

Peygamberimiz Zeyd b. Harise'yi, halasının kızı Zeynep bint-i Cahş ile evlendirmişti. Bilindiği gibi Zeyd, Peygamberimizin azadlığı ve evlatlığı idi. Önceleri "Muhammed'in oğlu" olarak anıldığı halde daha sonra öz babasının oğlu olarak anılmaya başladı. Peygamberimiz bu evlilikle eskiden kalma sınıf ayrımını ortadan kaldırarak "Allah katında en üstünleriniz, O'ndan en çok korkanlarınızdır" ayetinin anlamını hayata geçirmek, islamın bu yeni değer yargısını pratik bir uygulama ile perçinlemek istemişti.(46) Bunun arkasından yüce Allah, Peygamberimize peygamberlik misyonunun bir uzantısı olarak bu konuda başka bir yük yüklemeyi diledi. Bu yük, eski evlatlık düzeninin izlerini silmeye ilişkindi. Bunun için Peygamberimizin, evlatlığı Zeyd'in boşadığı eşi ile evlenmesi gerekti. Peygamberimiz bu uygulaması ile toplumunun köklü bir alışkanlığına karşı çıkıyordu. Evlat edinmeye ilişkin eski geleneğin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen hiç kimse böyle bir uygulama ile o günkü toplumun karşısına çıkmaya cesaret edemezdi.

Yüce Allah, Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve yerine gelmesini dilediği bir hikmeti uyarınca onunla evleneceğini Peygamberimize ilham yolu ile sezdirmişti. Bu arada Zeyd ile Zeynep arasındaki ilişkiler bozulmuş ve artık uzun zaman birlikte yaşamayacakları ihtimali belirmişti.

O günlerde Zeyd, birkaç kez Peygamberimize başvurarak Zeynep ile bozuştuklarından ve artık onunla geçinemeyeceğinden yakınmıştı. İnanç konusunda hemşehrileri ile yiğitçe, mertçe ve tavizsizce mücadele etmekten çekinmeyen Peygamberimiz, Zeyneb'in geleceğine ilişkin ilahi ilhamın sorumluluğunu omuzlarında hissediyor, o köleleşmiş geleneği uygulamalı olarak yıkmak üzere hemşehrilerinin karşısına çıkmakta tereddüt ediyordu. Bu arada bir de Zeyd'e bakalım. Yüce Allah onu biri müslümanlıktan, öbürü Peygamberimizin akrabalığından ve diğeri de Peygamberimizin sevgisinden oluşan üç katlı bir nimetle onurlandırmıştı. Peygamberimizin kendisine karşı beslediği sevgi, diğer herkese karşı duyduğu sevgiye baskındı. Peygamberimiz onu kölesi iken azad etmiş, sıkı bir eğitimden geçirmiş ve cömert sevgisi ile bağrına basmıştı. İşte bu yüzden Zeyd'in yakınmalarına karşılık ona "Allah'tan kork da eşin ile iyi geçin, ondan ayrılmayı düşünme" diyordu. Böylece hemşehrilerinin köklü alışkanlıklarına karşı çıkmasını gerektireceğini bildiği önemli gelişmeyi, göğüslemeye tereddüt ettiği sert çatışmanın gününü ertelemeye çalışıyordu. Nitekim yüce Allah, Peygamberimizin o günlerdeki duygularını şöyle anlatıyor:

"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundur."

Peygamberimizin, Allah tarafından açıklanacağını bildiği halde sakladığı sır, O'nun yapacağını kalbine ilham ettiği işti. Bu iş yüce Allah tarafından açıkça bildirilmemişti. Eğer açıkça bildirilseydi, Peygamberimiz onu yapmakta tereddüt etmez, onu ertelemez, onu geriye atmaya çalışmazdı; tersine getireceği sonuç ne olursa olsun, onu öğrenir öğrenmez, anında açıklardı. Fakat Peygamberimiz sadece içine doğan bir ilham karşısında idi. Aynı zamanda o işle karşı karşıya kalmaktan ve olayın kahramanı olarak halk ile karşı karşıya gelmekten ürküyordu.

Sonunda yüce Allah'ın izni ile beklenen oldu. Günün birinde Zeyd, Zeyneb'i boşayıverdi. Ne Zeyd ve ne de Zeynep boşanmalarını izleyecek olayı akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Çünkü toplumda egemen olan geleneksel anlayışa göre Zeynep, Peygamberimizin oğlunun boşanmış eşi idi ve Peygamberimize düşmezdi. Gerçi eski evlat edinme geleneği kaldırılmıştı, ama bu anlayış yine geçerliliğini koruyordu. Üstelik evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmenin serbest olduğuna ilişkin henüz bir ayet inmemişti. Bu yoldaki serbestliği kurallaştıracak olan olay, bir süre sonra gerçekleşecek olan Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi olayı olacaktı. Kural oturuncaya kadar olay, müthiş bir hayretle, süprizle ve yadırgama ile karşılanmıştı.

Olayın bu akışı, onun hakkında eski-yeni bir çok islam düşmanı tarafından çıkarılan söylentileri, uydurulan masalları ve yakıştırılan iftiraları kökünden çürütüyor.

Olayın gelişimi, yüce Allah'ın buyurduğu gibidir. Okuyalım:

"Sonunda Zeyd, eşi ile ilgisini kesince onu seninle evlendirdik ki, evlatlıklar eşleri ile ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminler için bir sorumluluk olmadığı bilinsin."

Bu çığır açıcı uygulama Peygamberimizin, görevinin gereği olarak üstlendiği ağır bir fedakârlık, ödediği ağır bir vergi idi. Bu uygulamayı, onu son derece antipatik karşılayan bir toplum ile karşı karşıya gelerek gerçekleştirmişti. O yüzden bu karşı çıkma konusunda çekingen davranmıştı. Oysa aynı Peygamberimiz Allah'ın birliği davası ile; toplumun taptığı putları, Allah'a koştuğu sözde ortakları ve bu yolda körü körüne atalarının izinden gitmelerini açık bir dille yererek aynı toplumun karşısına çıkarken hiç tereddüt etmemişti. Bu ayetin sonundaki değerlendirme cümlesi şöyledir: "Allah'ın buyruğu yerine gelecektir."

Bu buyruğun önüne geçilemez, gereğinden kaçılamaz. O kesinlikle ve somut biçimde gerçekleşir. Ne ertelenebilir ve ne de baştan savulabilir. Peygamberimizin Zeynep ile evlenmesi, Zeyneb'in boşanmayı izleyen "bekleme süresi"nin bitiminden sonra oldu. Söz konusu süre dolunca Peygamberimiz, en sevdiği insan olan eski eşi ile Zeyneb'e haber göndererek kendisi ile evlenmek istediğini bildirdi.

Sahabilerden Hz. Enes, bu olayı bize şöyle anlatır:

"Zeyneb'in boşanmayı izleyen bekleme dönemi dolunca Peygamberimiz, Zeyd b. Harise'ye “Zeyneb'e git ve kendisi ile evlenmek istediğimi söyle” dedi. Zeyd, Zeyneb'in yanına vardığında kadın hamur yoğuruyordu. Olayın bundan sonrasını Zeyd'in kendisinden dinleyelim:

"Zeyneb'i görünce heyecanlandım. Öyle ki, yüzüne karşı `Peygamber seninle evlenmek istiyor' diyemedim. Bu yüzden yüzümü çevirip geri döndükten sonra `Ey Zeynep, müjde! Peygamberimiz seninle evlenmek istediğini söyleyeyim diye beni sana gönderdi' diyebildim. Zeynep, `Rabbimin emri gelmeden ben hiçbir şey yapmam' dedikten sonra yerinden kalkıp namaza durdu. Arkasından kendisi ile ilgili Kur'an ayetleri indi. Bunun üzerine Peygamberimiz, evine gelerek izin almaksızın yanına girdi."(47) 

Nitekim Buhari'nin, sahabilerden Enes b. Malik'e dayanarak bildirdiğine göre bu olayın kahramanı olan "Zeynep bint-i Cahş, Peygamberimizin öbür eşlerine karşı ‘Sizi Peygamber ile aileleriniz beni ise yedi kat gök üzerinden yüce Allah evlendirdi' diyerek övünürdü."

Olay kolay kapanmadı. Çünkü islam toplumun tümü üzerinde şok etkisi yapmıştı. Bu arada münafıkların dilleri çözülmüştü, "Muhammed, oğlunun eşi ile evlendi" dedikodusunu yayıyorlardı.

Mesele, yeni bir ilkeyi yerleştirme meselesi olduğu için Kur'an-ı Kerim, olayın üzerinde ısrarla durmaya, onu "tuhaflık" unsurundan arındırarak yalın, tarihi ve mantıkî aslına dönüştürmeye yönelik çabasına devam etti. Okuyoruz:

"Allah'ın, Peygamber'e takdir ettiği bir şeyde O'nun için güçlük yoktur."

Yüce Allah, Peygamber'e Zeynep ile evlenerek evlatlıkların boşanmış eşleri ile evlenmeyi yasaklayan eski arap geleneğini kaldırmasını buyurdu. Buna göre bu uygulamada hiçbir sakınca yoktur. Üstelik Peygamberimiz, bu uygulamayı ortaya çıkaran ilk Peygamber değildir. Çünkü; "Bu, Allah'ın sizden öncekilere de uyguladığı bir yasadır."

Bu uygulama, yüce Allah'ın değişmez ve nesnelerin özleri ile uyumlu yasaları uyarınca yürürlükte kalmıştır. Sonradan üzerini örten düşünceler ve yapmacık gelenekler dayanaksızdır. Devam ediyoruz:

"Allah'ın emri, kuşkusuz, gereği gibi yerine gelecektir."

Yüce Allah'ın emri kesinlikle uygulanacak, gereği yapılacaktır. Onun önünde hiçbir şey ve hiç kimse duramaz. Bu uygulama belirli bir gerekçeye, uzmanlığa ve ölçüye dayalı olarak tasarlanmıştır. Yüce Allah'ın onun ardında güttüğü bir amacı vardır. O onun gerekliliğini, uygulama biçimini, zamanını ve yerini herkesten iyi bilir. Bu gerekçe ile o konudaki eski geleneği kaldırmayı, izlerini uygulamalı biçimde silmeyi, kendi eli ile o geleneğe ters düşen somut bir örnek ortaya koymayı emretmiştir. Yüce Allah'ın bu emrini yerine getirmek kaçınılmazdır.

Demin de belirttiğimiz gibi bu yasa daha önceki Peygamberlerin dönemlerinde uygulanmıştır. Okuyoruz:

"O Peygamberler Allah'ın buyruklarını insanlara iletirler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar."

Yüce Allah'ın omuzlarına yüklediği Peygamberlik görevini yerine getirirken insanların tepkilerini umursamazlar. Onları buyruklarını duyursunlar, uygulasınlar, yürürlüğe koysunlar diye göndermiş olan yüce Allah dışında hiç kimseden korkmazlar. Çünkü;

"Hesap görücü olarak Allah yeter."

Onları sadece O hesaba çeker. Onlardan hesap sormak insanlara düşmez.”

Onun bu hallerini yakından müşahede eden Hz. Aişe (ra) anamız şu sözleri söylemekten kendini alamıyordu: “Eğer Resulullah Kur’an’dan bir şeyi gizleyecek olsaydı, bu ayeti gizlerdi.”(48)

Ama gizlemedi. Daha önce gördük; gizleyemezdi de!.. Yoksa Allah kalbini söker alırdı göğsünden...(49)  Nitekim korktuğu da başına geldi. İnsanlar: “Oğlunun karısıyla evlendi” dediler. Allah da onları yalanladı; Zeyd, O'nun oğlu değildi. O, ancak Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusuydu.(50)

Resulullah gizlemedi ve Allah’ın kendisine yaptığı ihtarları, tek tek okudu: “... içinde Allah’ın meydana çıkaracağı bir şeyi gizliyordun... İnsanlardan çekiniyordun, halbuki Allah’tan çekinmen daha uygundu.”(51) Hz. Aişe doğru söylüyor; bir insan olarak Hz. Resulullah (sav) Kur’an’dan bir şeyleri gizleyecek olsaydı, bu ayetleri gizlerdi. Bu ayetlerde ifade edilenler, nefsin hoşuna giden şeyler değillerdi herhalde. Tam tersi açık ve acı ihtarlar, uyarmalardı… Bu gün bizim bu ayetleri mushaftan okuyor olmamız, gizlenmediklerinin alametidir. Bir sonraki ayet, bu gerçeği bir kere daha belirtiyor ki: “Onlar, Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O’ndan korkarlar. Allah’tan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah da yeter!”(52)

Peygamber efendimizi en iyi tanıyanlardan biri olan eşi Hz. Aişe annemiz yine şöyle anlatıyor: "Kim Rasulullah'ın Allah'ın kitabından bir şeyi gizlediğini zannederse, o da Allah'a en büyük iftirayı atmış olur. Çünkü Allah şöyle buyurdu: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen hakikatı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını tebliğ etmemiş olursun."(53) 

Az önce “Ama gizlemedi. Daha önce gördük; gizleyemezdi de!.. Yoksa Allah kalbini söker alırdı göğsünden...”(54) demiştik. Orada dip not olarak verdiğimiz ayetleri bir görelim isterseniz: “Eğer Muhammed, bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı. Biz onu kuvvetle yakalardık, Sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.”(55) 

Seyyid Kutup, “Fî Zilali’l Kur’an”da usluba da dikkat çekiyor: “Anlatım yönünden bu sözün anlamı; Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- onlara ulaştırdığı konusunda doğru davrandığını göstermesidir. O kendisine vahyedilmeyen bazı sözler uydurmuş olsa, Allah O'nu geçen ayetlerin belirttiği biçimde yakalar ve belirtildiği şekilde öldürürdü. Bu gerçekleşmediğine göre, O'nun tebliğ konusunda doğru davrandığı kesindir.

Konunun açıklanması açısından mesele budur... Fakat açıklık getirmede oluşan hareketli sahne başka bir şey olup, açıklık getirme anlamının ötesinden geniş boyutlu bir çağrışım uyandırıyor. O çağrışımlar; hayat hareket içerdiği gibi korku ve ürkünçlükler de içeriyor. Bunların dışında doğrudan etkileme öğeleri, imalar ve vurgular da içeriyor...

Onda yer alan sağ elin alınması, can damarının kesilmesi hareketi, insanı ürperten, içine korku salan canlı bir tasvir olmasının yanında; kim olursa olsun hiç kimseye, isterse Allah katında saygın, seçilmiş sevimle O Muhammed olsun, herhangi bir tolerans hakkı tanımayan bu meselenin ciddiyetini içerdiği gibi, Allah'ı sonsuz gücü ve O'nun karşısında insan yaratığının acz ve zayıflığını çağrıştıran bir anlamı da içeriyor. Tüm bunların ötesinde, korku ve ürkünçlük vurgusu yer alıyor.”

Elmalılı merhumun ifadeleri de dikkat çekicidir. Ayetlerin tefsiri mealini şöyle verir:  

“44. Eğer o elçi, bize karşı, yani biz ona söylemeden, yap veya yapma demeden, sanki biz söylemişiz gibi, bizim adımıza kendiliğinden bazı laflar uydurmaya kalkışsaydı 

45. Biz ondan dolayı yeminiyle elbette tutar yakalardık. Burada "yemin", "onun yemini" mânâsına peygamberin ettiği yemin veya yüce Allah'ın kuvvet ve kudreti demek olabilir. Yani bu iki mânâya gelme ihtimali vardır. Zira yemin esasen kuvvet demektir. Yani, o takdirde bu Kur'ân, bu sözler Allah tarafından indirildi diye ettiği türlü türlü yeminler yalan yere yemin olacağından dolayı biz onu o yeminiyle yakalar, yahut kuvvetle tutar, hıncını alır, yalanı başına çarpardık. 

46. Sonra elbette ondan dolayı kalp damarını (veya iliğini) keser atardık.

VETÎN: Kalp damarı, şah damarı, atar damar, bazıları da bel kemiğinin iliği, omurilik demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi derhal ölür. Yani, o vakit ikram edip değer vermek şöyle dursun hem yalanını tutarak rezil eder, hem de yok ve helak ederdik.

47. O vakit içinizden hiç biriniz engel olamaz, onu savunamazdı. Fakat gerçek öyle değil, o bir saygın Peygamberdir. Öyle yalandan, yalan yere yeminden uzak, cömertlik ve ikramı, mucizeleri, doğruluk ve güvenilirliği ortada bir elçidir ve o Kur'ân gerçekten âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indirilmedir.”

Kur’an zaman zaman peygamberimize kurulan tuzakları bildirir ve uyarır O’nu. Tabi O’nun şahsında tüm dava adamlarını, inanç erlerini… İşte onlardan bir kaçı: “Ey Muhammed, müşrikler az kalsın seni, indirdiğimiz vahiyden ayırıp adımıza başka sözler uydurmanı sağlıyorlardı, eğer bunu başarabilselerdi, seni dost edineceklerdi. Eğer sana direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin. Eğer onlara yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak tattırırdık da bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın.”(56) 

Şehit müfessirimiz Seyyid Kutup, Kur’an’ın Gölgesinde tefekkür ederken, muhteşem yorumlara ulaşmış ve yazarak bizlere de ulaştırmıştır. Çağımızın insanına emsali az bulunur bir lütuf olarak engin bir düşünce deryası ve leziz bir yol azığı halinde sunulan tefsirinden okuyoruz: “Burada müşriklerin Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı hazırladıkları oyunlar dile getiriliyor. Bu oyunların ilki onların peygamberimizi Allah'ın kendisine vahyettiği gerçeklerden saptırıp, O'nun adına iftirada bulunmasını sağlamaktı. Halbuki Peygamber doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi.

Onlar çeşitli metodlar deneyerek bu amaçlarına varmak istediler... bu tekliflerden biri "Sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım."

Bu tekliflerden biri de bazılarının: "Allah nasıl Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız" demeleridir.

Bu tekliflerden biri de: "Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir...

Ayeti kerimeler, detaylara girmeden bu girişimlere değiniyor. Yüce Allah'ın, peygamberi bu gerçek üzerinde sağlamlaştırması ve onu saptırmalardan koruması ile O'na nedenli büyük bir lütufta bulunduğunu hatırlatıyor. Eğer Allah'ın desteği ve koruması olmasaydı onlara biraz meylederdi. Onlar da kendisini dost edinirlerdi. Sonuçta müşriklerin tekliflerini kabul ettiği için cezaya çarptırılırdı. Bu ceza hem hayatta hem de ölümden sonra katlanılacak olan bir cezadır. Bu durumda onların hiçbiri kendisine yardım edemez ve onu Allah'ın cezasından koruyamazdı.

Yüce Allah'ın peygamberini etkisinden kurtardığı bu girişimler, her zaman iktidar sahiplerinin dava adamlarını, yoldan çıkarmak için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları. davanın doğru yolundan ve sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli sözkonusudur. Dava sahiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir taviz için büyük servetleri feda ederler. Bazı dava sahipleri bu tekliflere kanabilirler. Zira bunun çok basit bir ödün olduğunu görürler. Yani iktidar sahipleri dava adamlarının davalarını bütünü ile bırakmasını istemezler. Tüm istedikleri, ufak tefek birtakım değişikliklerdir. Böylece her iki tarafın da yolun ortasında buluşma imkânını bulurlar. Şeytan dava sahiplerine, bu kanaldan sokularak davanın istikbali için birtakım ödünler verme karşılığında da iktidar sahiplerine, kazanmaları gerektiğini düşündürebilir!

Halbuki, yolun başında ufak bir ödün, küçük bir sapma yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yolaçar. Küçük de olsa davanın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dava adamı daha önce vermiş olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zira bir adım geri çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. Burada sorun davaya bir bütün olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, davanın bir parçasından vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarabilen bir kişinin davasına gerçek anlamda iman ettiği söylenemez. Davanın her tarafı, her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da diğer tarafı gibi gerçektir. Davanın içinde "olmasa da olur" diye bir şey yoktur. Dava her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir parçasını yitirdiğinde tüm özelliklerini yitirmiş olur. Herhangi bir bölümünü yitiren dava, bir elementini yitiren bir bileşim gibi hiçbir özelliğini koruyamaz!

İktidar sahipleri, dava sahiplerine, dava erlerine yavaş yavaş sokulurlar. Dava erleri herhangi bir noktada ufak bir taviz verdiklerinde saygınlıklarını ve sağlamlıklarını yitirirler. Artık iktidar sahipleri pazarlığın sürmesi ve fiyatın arttırılmasıyla davanın tamamını teslim alabileceklerini öğrenmiş olurlar!

Basit ve değersiz de olsa davanın herhangi bir tarafını, iktidar sahiplerini kendi safına çekmek amacı ile gözden çıkarmak davanın zafere ulaşmasında iktidar sahiplerine dayanma ihtiyacı duymak ruhsal (psikolojik) bir bozgundur/yıkılıştır. Mü'minler ise davalarında yalnız Allah'a dayanmak durumundadırlar. Bir kere yıkılış/mağlûbiyet gönüllerin derinliklerine kadar indi mi, artık bu yıkılış asla zafere dönüştürülemez!

İşte bu nedenle yüce Allah, peygamberin kendisinin göndermiş olduğu vahiy üzerinde sağlamlaştırmak, onu müşriklerin tuzaklarından korumak, az da olsa, onlara dayanmaktan uzaklaştırmak ile çok büyük bir lutufta bulunmuştur. Onlara dayanmanın akıbetinden yani dünya ve ahiretin azabından, yardımcı ve destekçiden yoksun kalmaktan rahmetiyle onu korumuştur.

Müşrikler, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bu oyuna getirmekten aciz kalınca, O'nu yurdu olan Mekke'den sürgün etmeye giriştiler. Fakat yüce Allah daha önce Kureyş'i yokederek cezalandırmayacağını bildiği için, peygamberine oradan göç etmesini vahiy ile bildirdi. Eğer onlar Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- baskı ve zorla sürgün etselerdi dünyada cezalandırmayı haketmiş olurlardı:

"O taktirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirlerdi."

Bu, Allah'ın yürürlükte olan değişmez yasasıdır:

"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin değişmez yasamız bu yolda işleye gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini göremezsin."

Yüce Allah bu yasayı, sürekli geçerli olan değişmez bir ilke yapmıştır. Zira peygamberleri yurtlarından sürgün etmek kesin biçimde cezalandırmayı gerektiren bir suçtur. Bu evrene değişmez yasalar hükmetmektedir. Kişisel bir duruma göre değişiklik göstermez. Bu evrene hükmeden yasalar gelip-geçici tesadüfler değildir. Evren, sabit, sürekli işleyen yasalar tarafından idare edilmektedir. Yüce Allah Kureyş'i yüce bir hikmet gereği olarak peygamberlerinin mesajlarını yalanlayan önceki milletler gibi, maddi bir felâket ile yoketmeyi dilemediğinden, Peygamberimizi maddi harikalar ve mucizelerle göndermemiş, onların da O'nu zorla sürgün etmelerini takdir etmemiştir. Aksine O'na hicret etmesini vahiy ile bildirmiştir. Böylece Allah'ın yasası da değişmeden yoluna devam etmiştir.

 Bu müthiş uyarılar içeren ifadelerden sonre biz dönelim mevzumuza ve kısa ve kesin bir şekilde hükmü açıklayalım: alimler peygamberlerin eminleri, vekilleri ve mirasçılarıdırlar. Eğer gerçekten alim iseler, Allah’tan korkar, peygamberlerin yolunda gider ve asla dini ilimleri muhtaçlarından gizleyemezler.(57) Mesele budur. Açık ve seçik olarak mesele bu! Asla bulanıklık yok, mesele net olarak işte budur!... Bunun aksine davrananlara alim denilmez. Daha önce geçmişti, alim, mücerret “bilen kişi” değildir. Bildiğini bildiren, öğretip tebliğ eden, ama önce kendisi yaşayarak halkı irşad edendir. Yoksa, Peygamberimizin, yukarıda geçtiği gibi “dili bilgiç münafık”, “saptırıcı imamlar” dediği, “ağzı gemli” alimler, Hz. Ali’nin “onlardan sakının” dediği “dünyaya dalan ve saltanat uyuntusu olan”(58)lar, “ümmetimin aleyhine korktuğumun en korkuncu” olanlar, asla gerçek bir alim olamazlar.

Eğer insanı hevasından kurtarıp amel etmeye yetmiyorsa, eğer dünyalık için idarecilerin kapılarında uyuntu olmaya engel olamıyorsa, aslında insana izzet kazandıran ilim, zillet kazandırmaktan kurtaramaz. Bu ise, gereken şeyin yerinden gayrıya konması hasebiyle açık bir zulümdür. Kuşkusuz Allah zalimleri sevmez.

Asrın büyük mazlumu ve mücahid alimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, “Saday-ı Hakikat” namıyla şöyle ihtar ediyordu: “Tarik-i Muhammedî (asv) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem o derece azim ve geniş ve muhît bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?”(59)

“Laubaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada (İslam ittihadına) tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar.”(60) Ruhun şâd olsun ey koca İmam!... Keşke seni okuyanlar olarak sözlerini doğru anlayabilseydik, ya da doğru uygulayabilseydik!...

Sözümüzün başında demiştik ki, "eğer peygamber, bir şeyler gizleseydi, Allah kalbini söker alırdı göğsünden.".. Aslında bunlar, şu ayete işaret etmektedirler: “Eğer peygamber bize isnaden bazı sözler uydurmağa kalksaydı, elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun can damarını koparır, yaşatmazdık. Hiç biriniz buna mani de olamazdı.”(61)

Böyle olması da gerekirdi. “Çünkü; peygamberlik işinde doğrunun yalancıdan ve yalancının doğrudan seçilmesi lazımdır. Evet, nübüvvet davasıyla beraber Allah tealaya iftira edenlerin yalanlarını kullarına karşı Allah teala açıklayarak yalancıları rezil etmeyerek onlara müsaade etseydi, nebi olanla olmayan arasında fark olmazdı. Bunun için; kulların yalancıları tasdikte mazur olmaları lazım gelir ve nübüvvet işinden maksat da bozulurdu. Halbuki maksadın bozulması batıldır. Binaenaleyh; enbiyadan yalan da batıldır.”(62)

Uydurma ve iftira, çarpıtma ve yanlış yorumlama gibi gizleme çeşitlerindendir ve hiçbir peygamberde asla sudur etmemiştir. Etmez, çünkü bu peygamberliğe aykırı bir durumdur. Onlar için asla caiz olmayan bir durum..

Hiç şüphesiz sevgili peygamberimizin seçkin ashabı da, ilmi açıklamaktan korkmamış ve ne pahasına olursa olsun, hakikatları insanlara duyurmak için ellerinden gelen gayreti esirgememişler, bu uğurda bir çok sıkıntı, eziyet ve işkencelere sapretmişlerdir. Özellikle hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra, zalim idarecilere karşı hak sözü, ölümü göze alma pahasına da olsa söylemekten kaçınmamışlardır. Başta hak mezheplerin imamları olmak üzere alimlerimizin bu konuda başlarına gelenleri ve onların gerçekleri gizlememe adına söylediklerini hatırlayalım. Kitabımızın hacmini büyütmemek için bunları yazamıyor, sadece büyük işkencelerden geçmiş Ahmet b. Hanbel'in şu sözleriyle konuyu bağlamak istiyoruz: "Cahil cehaleti dolayısıyla sustuğunda, alim de korkudan susarsa; Allah'ın delili ne zaman ortaya çıkar?”(63)

Sahabenin bu konudaki hassasiyetine güzel bir örnek oluşturması bakımından Muaz b. Cebel’in ölüm döşeğindeki rivayetini hatırlayalım. Bir çok tarikle bazen özet, bazen ayrıntılı olarak rivayet edilen bu hadisi biz daha da özetleyerek sunalım. Enes b. Malik’in beyanına göre Muaz, Tebük seferi esnasında Resülullah (sav) terkisindedir. Peygamberimiz (sav) dikkatini çekmek için O’na üç kere seslenir ve sonra şöyle söyler: -“Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve resülü olduğuna şehadet getiren hiçbir kul yoktur ki, Allah O’nu cehenneme haram kılmasın.” Muaz:

-Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mi? Der. Sevgili Peygamberimiz ise:

-Ama o takdirde buna itimad ederler de ameli bırakırlar. Buyurmuşlar.(64) 

Bunu hep içinde saklayan Muaz b. Cebel (ra), ölüm döşeğinde ancak kendisinin bildiği bir ilmi gizlemiş olmasından  dolayı onun zayi olacağından korktu ve insanlara duyurdu. Her ne kadar peygamberimizin endişesine sadakat göstererek onu daha önce söylemediyse de, artık son nefesinde, bir başka peygamber arzusu ve emrini düşündü. O da O’ndan duyduklarını başkalarına aktarma vazifesi idi. Gerçi hadiste kesin olarak bir yasaklama da yoktu ve ihtiyat buraya kadar diyerek hadisi haber verdi ve de ne iyi etti. Bu da böylece “ilmi gizlememe endişesi” olarak tarihe geçmiş oldu.(65) 

Konuyla ilgili olarak Hz. Ali’den gelen iki rivayet de önemlidir:

1. Ebu Cuheyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Ali (radıyallahu anh)'ye: "Ey mü'minlerin emîri! Yanınızda, Kur'an'da bulunmayan yazılı bir şey var mı?"  diye sormuştum. Şöyle cevap verdi:

"Hayır! Daneyi yar(ıp ondan filizi çıkar)an ve insanı yaratan Zata kasem olsun! Bildiğim şeyler, Allah'ın, Kur'an'da olanı anlamak üzere kişiye verdiği anlayış ve bir de şu sahifede bulunanlardır.

"Pekiyi bu sahifede ne var?" dedim.

"Diyet(le ilgili ahkâm), esirlerin hürriyete kavuşturulması (ile ilgili tavsiye  ve teşvik), kâfir mukabilinde Müslümanın öldürülmeyeceği!"  cevabını verdi."(66) 

Burada İbrahim Canan Bey’in “sebeb-i vürud” olarak yaptığı açıklama, konuya açıklık getirmektedir: “el-Kâdî der ki: "Hz. Ali'ye bu soruyu Şiîlerin bir iddiası sebebiyle sormuştur: Onların  iddiasına göre, Ehl-i Beyt ve bahusus Hz. Ali (radıyallahu anh) nezdinde Resulullah'ın onlara hususi olarak öğretip başkalarından  gizlediği bir kısım vahiyler vardı."

Bu iddiaların yaygınlığı sebebiyle bu kimselerin Hz. Ali'ye Ebu Cuhfe Vehb İbnu Abdillah el-Âmirî'nin dışında Kays İbnu Ubade, el-Eşter en-Nehâî de sormuştur. Yanında Kur'an'dan başka hususi bir vahiy metni olmadığı beyanına dair rivayetler ise başka zatlar tarafından da rivayet edilmiştir. Mesela Tarık İbnu Şihab der ki: "Hz. Ali minberde şöyle derken kendisini dinledim "Vallahi, yanımızda Kitabullah ve şu sahifeden başka size okuyacağımız herhangi bir kitap yok."(67) 

2. Kays İbnu Ubad (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben ve el-Eşter en-Nehâî, Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)'nin yanına gittik. Kendisine:

-"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bütün insanlara şamil olmayan hususi bir talimde bulundu mu?" dedik. Bize:

-"Hayır! ama şu sahifede bulunanlar var!" dedi ve kılıncının kabzasından bir sahife çıkardı. İçerisinde şunlar vardı: "Mü'minlerin kanı eşittir. Onlar kendilerinden başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Onlar içlerinden en adilerinin verdiği emana uyarlar. Haberiniz olsun: Mü'min, kâfir mukabilinde öldürülmez; ahd (antlaşma) sahibi de anlaşma müddeti esnasında (küfrü sebebiyle) öldürülmez. Kim bir cinayet işlerse sorumluluğu kendine aittir (başkasını ilzam etmez). Kim bir cinayet işler veya  caniyi himaye ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun!"(68) 

Gizlemenin istisnası olur mu? Belki şu manada olabilir. İnsanların anlayamayacağı, akıllarının kavrayamayacağı bazı şeyleri anlatmak onlar için fitne olabilir. Çünkü anlatılan hakikatları kavrayamayınca inkar ederler. Dolayısıyla tehlikeye düşerler. Bu iyi niyetli bir gizlemedir ve kişilere göre değişir. Nitekim İbn Mes’ud da şöyle söylemiştir: “Bir topluluğa akıllarının yetmediğini söylersen bazılarını fitneye düşürürsün.”(69) 

Hişam, babası Urve’nin şöyle söylediğini nakleder: “Bir kişiye ilimden anlayamaycağı bir şeyi söylersen, bu söz onun için bir saptırıcı olur.”(70) İbn Abbas da: “İnsanlara tanıdıklarından bahsedin. Allah ve Resülünü yalanlamalarını ister misiniz?”(71) 

Yapılacak iş ilmi gerçekleri gizlemek değil, belli bir tertibe göre öğretmektir. Önce bilinmesi gerekenleri öne almak, zihinleri hazır hale getirdikten sonra bilmeleri gerekenleri daha sonra sunmak, aslında çirkin olan ilmi gizlemek manasında değildir.