Medeniyetin Tarifi
Medeniyet, şehirlilik, şehire has yaşam tarzını ifade eden bir kavram. Arapça, şehir anlamındaki "medine" kelimesinden türetilmiştir. Tanzimatçılar tarafından batıdaki "civilisation (sivilizasyon)" tabirini karşılayan bir kelime olarak Türkçeye sokulmuştur.
[i]
Daha önce Osmanlı yazarlarının insanlığın maddi ve manevi bakımdan yüksek refah dönemlerini anlatmak için "medeniyet" anlamında imar, ümran ve ma'mur kelimelerini kullanmayı tercih ettikleri görülür. 1890'lardan itibaren "medeniyet", bugünkü teknik özellikleri de ifade eden bir terim olarak dilimize yerleşmiş, 1940'lardan sonra ise yerine "uygarlık" kelimesi teklif edilmiştir. Günümüzde her iki kelime birlikte kullanılmaktadır.
Yine Arapçada, yaygın olarak medeniyet karşılığında kullanılmakta olan el-hadare kelimesi ise, h,d,r. kökünden gelir ve bedevilik'in zıddı olan ve köy, kasaba, şehir gibi meskun yerleri ifade eder. Dolayısıyla el-hadare, göçebeliği terk ederek köy, kasaba ve şehirlere yerleşmek, şehirleşmek demektir. Ha-darı ise şehirde oturan, göçebe olmayan anlamındadır.
[ii]
DİA kavramı şöyle tanıtır: “Arapça’da “şehir” anlamına gelen ve müdûn köküne dayanan medîne isminden Osmanlı Türkçesi’nde türetilen medeniyyet kelimesinin, kök itibariyle “yönetmek” (es-siyâse) ve “mâlik olmak” anlamları da bulunan deyn (dîn) masdarıyla ilişkili olduğu da ileri sürülmüştür. Medenî (medeniyye) ve medînî ise “şehre mensup olan, şehirli” mânasına gelmektedir (Lisânü’l-ǾArab, “mdn”, “dyn” md.leri). Medine’de nâzil olmuş sûreler de “Medenî” adını alır. Daha sonra medîne kelimesinden temeddün masdarı türetilerek “şehirli veya medenî hayat yaşamak” anlamında kullanılmıştır. Medenî ve medeniyyenin terim olarak kullanılması büyük ölçüde tercüme faaliyetleri dönemine rastlar. Bu çalışmalar esnasında Grekçe’de “şehir ve şehir devleti” mânasındaki polis kelimesi medîne, “devlet ve yönetim” anlamına gelen, aynı zamanda Eflâtun’un diyaloglarından birinin adı olan politeia kelimesi “es-siyâsetü’l-medeniyye” tabiriyle ifade edilmiştir. Bu bağlamda medenî terimi hem sosyal hem siyasal olma niteliğini ifade etmektedir.”
[iii]
Medeniyet için yapılan tanımlar, kavramı ele alan ilimlerin veya ilim adamlarının bakış açılarına göre farklılıklar göstermektedir. Bununla beraber en çok dile getirilen anlamları olarak; “Bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî değerlerin tümü”, “Farklı milletlerin birlikte yaşayarak veya katkı sağlayarak oluşturdukları değerler”, “Maddî-manevî bütün yansımaları ile yaşam tarzı” şeklindeki tanımlamaları sayabiliriz. Yapılan bu tanımların kültürle benzer bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Kültürle arasındaki farkı vurgulama açısından medeniyeti, “Evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya benzer kültürlerin oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji ve maddî-manevî kurumların bütünü” şeklinde tarif etmek mümkündür.
Bu tanıma göre medeniyetlerin maddî ve manevî olmak üzere iki ana tezahürü vardır: Maddî Tezahürleri: Sosyal hayat, Bilim, Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam Kurumlar, Mimarî, Sanat (Resim, Müzik, Heykel, Hat vs.), Teknoloji. Manevî Tezahürleri ise: Din-Ahlak, Düşünce, Hukuk, Yaşam algısı.
Medeniyetlerin bu tezahürleri, hem ilgili medeniyetlerin ulaştığı gücü, hem de diğer medeniyetlerle arasındaki farklılıkları ortaya koyan özelliklerdir. Bir medeniyet üzerinde araştırma yapılması bu hususların incelenmesi demektir. Medeniyet üzerinde yapılacak bilimsel çalışmalarda dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise; bu tezahürleri birbirinden bağımsız olarak değil, bir bütünün parçaları olarak değerlendirmek gerekliliğidir. Hiçbir medeniyetin örneğin hukuku veya sanatı, ilgili medeniyetin benimsediği dininden, kurumlarından veya düşünce yapısından, yaşam biçimden bağımsız olarak gelişmiş değildir.
[iv]
Medine-i Fâzıla
Kadim eserlerimizde “Medine-i Fâzıla” diye bir kavram vardır. Yöneticisi ve halkı erdemlerle bezenmiş olan şehir veya ülke anlamına gelen ahlâk terimidir bu. Medine-i fâzıla, bilindiği kadarıyla, İslâm düşünce tarihinde ilk kez Farâbî'nin kullandığı bir deyimdir. Nitekim onun en önemli kitabı Ârâu ehli'l-medîneti'l-fâzıla adını taşır. Bu deyim daha sonra Nesîruddîni Tusî, Adududdîn el-îcî, Celâleddîn-i Devvânî, Kınalızade Ali Efendi gibi birçok ahlâk bilgini tarafından da kullanılarak bir ahlâkterimi halini almıştır.
İslâm ahlâkçıları genellikle insanı sosyal bir varlık olarak düşünmüşler ve ahlâk sistemlerini bu temel görüş üzerine kurmuşlardır. Buna göre insan doğal yapısıyla medeni bir varlıktır. Çünkü o, gelişmesi ve "en yüksek kemâl"e ulaşabilmesi için o kadar çok şeye muhtaçtır ki bunları tek başına sağlaması mümkün değildir. Bu sebeple insanlar bir arada yaşamak zorundadırlar. Ancak, bu birlikte yaşamanın bir sürü olmaktan öte gerçek ve düzenli bir toplum düzeyine ulaşabilmesi için hiyerarşik bir toplum düzenine ihtiyaç vardır. Bu, başında bir devlet başkanı (halife, imam, reis, melik) bulunan, bir ülkede (medîne) ve bir kanunlar sistemi (şeriat, nevâmis) uyarınca yaşayan insanların kurduğu toplum düzenidir. Bu toplumda, devlet başkanından başlamak üzere herkes gerek dünyevî konularda, gerekse ölümden sonraki hayata yönelik olarak sürekli iyilikler istiyor ve gerçek mutluluğu arıyorsa bu toplumun yaşadığı ülkeye "medînei fâzıla" denir. Bu ülkenin devlet başkanı hem bilim ve düşüncede hem de ahlâkta erdemlerle bezenmiş kişidir; ayrıca o, halkını da erdemlere yöneltir. Bu suretle erdemli ülkenin devlet başkanı da, halkı da inançta doğrudan, bilimde ve düşüncede gerçekten, ahlâkta iyilik ve adaletten sapmaz. İslâm ahlâkçıları, erdemli ülkenin ilkelerine uymayan toplumların yaşadıkları ülkeleri "sapık ülke" (elmedînetü'ddâlle), "câhil ülke" (elmedînetü'lcâhile), "günahkâr ülke" (elmedînetü'lfasika) gibi adlarla anmışlar ve bunların, erdemli ülkeye göre çeşitli yönlerden kusurlarını ortaya koymaya çalışmışlardır.
[v]
Medeniyet Çeşitleri
Gerek Hz. Adem ve çocuklarının vahye dayalı bu hayat anlayışı, gerek daha sonra gönderilen peygamberlerin tebliğleri, ilkçağların kültür ve medeniyetlerini oluşturmuştur. Üstelik bu tebliğleri onu kabul eden insanlar tarafından dünyanın her yerine taşınmıştır. Şu halde medeniyetin kökenini dinde aramak gerekir, ilk dinle -ki o da Hz. Adem'in getirdiği ilahi dindir- başlayan ve özünde vahye dayalı unsurlar bulunan kültür, her yeni gelen peygamberin tebliği ile desteklenerek sürekli bir gelişme göstermiş, vahiy esasına dayanan medeniyetlerin ve o medeniyetleri temsil eden toplumların çöküşü ise, dini esaslardan ayrılmalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Böylece insanın Allah'a iman ve teslimiyetle yükselen medeniyeti, yine onun Allah'a isyanı ile yok olup gitmiştir.
Bu süreç içinde tarih boyunca yeryüzünde varlık göstermiş birçok medeniyet mevcuttur. İç gerçekleri göz önüne alındığında, bu medeniyetleri esas olarak iki grupta değerlendirmek mümkündür. Birisi, hayatlarını vahyin ışığında düzenleyen toplumların vücuda getirdiği İslam medeniyeti; diğeri de, müşrik ve putperest toplumların batıl medeniyetleri.
İslam Medeniyetinin Özellikleri
Allah'ın indirdiklerini kendisine hayat nizamı olarak kabul eden toplumlarda medeniyet, kavramın içerdiği gerçek anlamıyla ortaya çıkmıştır. İslâm medeniyeti, iman, amel, ahlâk, sosyal ilişkiler, toplum hayatını insanların iyiliği doğrultusunda yöneten idarî prensiplerin bir tezâhürüdür. İslâm, Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir din olduğu için, öteki beşeri, putperest dinlerde olduğu gibi insana baskı ve zulmün sonucu olan bir maddî yansıma sözkonusu değildir.
İslâm medeniyetinin temeli, Kur'an ve Resulullah'ın sünnetidir. Asr-ı Saadet, zirveye ulaşmış bir medeniyet örneğidir. Daha sonra gelen müslümanlar, hayatlarını bu örnek üzerine bina ederek, bu medeniyeti yeryüzünün uzak köşelerine taşıdılar. Müslümanlar, ulaştıkları her yere ilim, ahlâk, fazilet, insan onuruna yakışır davranış ve hizmet kurumlarını birlikte götürdüler. İnsanlık zulmün karanlığında onuru yok edilmiş bir halde inlerken, önlerine çıkan İslâm nuruna tabi olmayı bir kurtuluş olarak gördüler. Kimse iman etmeye zorlanmadı. Kendi dininde kalmak isteyenler, İslâm hâkimiyetini tanımak şartıyla topluma ait her çeşit imkandan müslümanlar gibi istifade ettiler.
İslam medeniyeti Araplar, Türkler, İranlılar ve Hint kıtasında yaşayanlarla birlikte farklı toplumların özelliklerini bir araya getirdiğinden, karma bir medeniyet yapısı ortaya çıkmıştır. Devlet yapısı ademi merkeziyetçidir, eyaletlere sıcak bakar. Halktan ekonomik durumuna ve dini yapısına göre vergiler toplanmıştır. Müslüman halktan alınan zekat, öşür, gümrük vergileri ve gayr-i Müslimlerden alınan haraç ve cizye gibi vergileri askerlik, idare, bayındırlık, sosyal refah gibi alanlarda toplumun yararına olacak şekilde kullanılarak sarf edilmiştir. İslam tarihinde egemen gücün değişimine paralel olarak başkentler Medine, Küfe, Şam, Bağdat ve İstanbul olmak üzere döneme göre değiştirilmiştir. Arapça İslamiyet'in yayılması ile uluslararası bir dil olarak dünya tarihindeki yerini almıştır. Fethedilen ülkelerin kültürlerinin etkisiyle, bölgeden bölgeye farklı özellikler gösteren bir İslam sanatı ve mimarisi ortaya çıkmıştır.
İslâm medeniyetinin maddî yansımalarından birisi olan İspanya'daki Endülüs Emevileri zamanında Avrupa, hayatı ve ona ait hakikatları müslümanlardan öğrendi. Diğer İslâm devletleri, insanını refaha ulaştırmak için gerekli bütün maddî ve manevî ihtiyaçları karşılayacak olan ve medeniyetin temel göstergeleri durumunda bulunan şaheserleri sonraki nesillere miras bıraktı.
[i]
Bkz. Ömer Tellioğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi, Medeniyet Md.; Osman Çetin, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, Medeniyet Md.
[ii]
Bkz. Osman Çetin, a.g.e.
[iii]
DİA. İlhan Kutluer, Medeniyet Md. yıl: 2003, cilt: 28, sayfa: 296-297.
[iv] Bkz. İslam Kurumları Ve Medeniyeti Tarihi, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi s. 2 vd.
[v] Bkz. İFAV, Medine-i Fâzıla Md.