İslam Dinini asli kaynağı Kur’an-ı Kerim Yahudi ve Hristiyanların İslam ile iyi ilişkiler kurmasının aklın ve dinin bir gereği olduğunu hep söylemiş, bunarağmen hem kendilerinin iman etmemesini, hem de kendilerine bu konuda başvuran ve bilgi isteyen müşrik Araplara doğruyu söylemeyerek onları kandırmalarını kınamıştır. Çünkü onların ellerinde kutsal kitaplar olarak Tevrat ve İncil vardı. O kitaplar onları Allah, Peygamber, Kitap, ibadet, hukuk, ahlak ve ahiret gibi konularda Kur’an ile benzer inanç, amel ve ahlaka davet ediyordu. Daha da ilerisi, Hz. Resulü kitaplarında sıfatları ve ahlakı ile okuyor, tanıyorlardı. Buna rağmen kendileri ona inanmadıkları gibi, bu bilgiyi gizleyerek veya sorulduğunda aksini söyleyerek başkalarınıniman etmesini de engellemişler, şirki tevhide tercih etmişlerdir.
Mekke’li müşrikler birkaç kez Yahudilere İslam hakkında akıl danışyılar. Mekke dönemimde bu işin birkaçkez tekrar ettiğini de tarih ve tefsir kitaplarından anlıyoruz. Mesela öncesiyle birlikte şu ayetin iniş sebebi böyle bir bilgi isteği ve yanlış yönlendirmeyi anlatır:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Resûlullah'ı) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar inanmazlar.”
[1]
Ayetin açık ifadesine göre kendilerine daha önce kitab vermiş olduğumuz yahudi ve hristiyanlar, Hz. Muhammed’in (sav) Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğunu biliyorlardı. Bu konudaki bilgileri kendi çocuklarını kesin olarak bilmeleri gibi bir bilgiydi. Çünkü onların kitablarında Muhammed’in sıfatları apaçık bir şekilde bildirilmiş ve bütün Rasuller onu müjdelemiş, sıfatları hakkında bilgiler vermişlerdi. Dolayısıyla onun gelişini, zuhur edişini bekliyor, onun gelmesiyle birbirlerini müjdeliyor ve ondan gafil kalmak istemiyorlardı. Bütün bunlara rağmen kitab ehli yine de Muhammed’in risaletini kabul etmedi, onu inkar etti ve ona karşı geldi.
Allah (c.c), kitab ehlinin alimlerinin Muhammed (a.s)’ in Allah (c.c)’ın rasulü olduğuna şehadet ettiklerini bir başka ayette şöyle haber veriyor:
“Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler onu (Muhammed’i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyleyken onlardan bir grup, bildikleri halde hakkı gizler.”
[2]
Bu ayetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır Efendiilginç bir olay anlatarak bazı tenbihattabulunur: “özellikle o zamanki Kitap ehlinin âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu, çocuklarını bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı. Nitekim Hz. Ömer, Abdullah b. Selam hazretlerine bunu sorduğu zaman: "Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri hıyanet etmiş olabilir." demişti.
Bunun üzerine Hz. Ömer de yukarıda adı geçen zatın başını öpmüştü.
İşte "O'nu tanırlar" buyurulmasında bu tanıma nüktesine ve "O peygamber" ünvanına büyük bir işaret vardır. Bu âyet, özellikle şunu da isbat ediyor ki, sadece bilmek, sırf kalbe ait olan ilim ve marifet, iman için yeterli değildir. Şer'î iman için itaat ve boyun eğmek, bundan başka gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lazımdır.
İmanın kökü, kalbe ait bir nitelik olmakla beraber onun geçerli bir iman olması, o kökün, zorunlu bir engel bulunmadıkça açıktan ortaya çıkıp yayılmasına bağlıdır. Kitap ehlinin âlimleri O peygamberi, kalben pekiyi tanıdıkları halde mümin olamamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden halktan daha fazla yerilen ve ayıplanan inatçı kâfirlerden olmuşlardır.
Müşriklerin Yahudilere bu başvuru ve danışma olayının Mekke devrinde Kehf Suresinin inmesine sebep olduğunu biliyoruz. Medine döneminde de Yahudiler Sevgili Peygamberimiz (sav) ile savaşmak için Mekke’de asker toplama çalışmaları (ahzap) esnasında vuku bulduğu da tarihen meşhurdur. Bunları kısaca zikredelim isterseniz.
“Ebu Cafer et-Taberî'nin Muhammed İbn İshak kanalıyla İbn Abbâs'tan rivayet ettikleri arasında İbn Abbâs şöyle anlatıyor: Kureyş müşrikleri en-Nadr ibnu'l-Hâris ve Ukbe ibn Ebî Muayt'ı, Medine'de bulunan yahudi hahamlarına gönderdiler ve onlara şöyle dediler: “Yahudi hahamlarına Muhammed'i sorun; onun niteliklerini onlara söyleyin, söylediklerini nakledin. Onlar ilk kitapların sahipleridir. Bizde olmıyan peygamber haberleri onlarda vardır."
İkisi Mekke'den yola çıktılar ve Medine-i Münevvere'ye gelerek buradaki yahudi hahamlarına Hz. Muhammed'in vasıflarını anlatıp sözlerinden bir kısmını onlara hikâye ettiler ve dediler ki: "Sizler Tevrat ehlisiniz. Bizim şu arkadaşımızdan bize haber vermeniz için; onun bu iddiasında doğru olup olmadığını biliyor musunuz diye size sormaya geldik."
Yahudi hahamları şöyle akıl verdiler: "Şimdi size söyleyeceğimiz üç şeyi ona sorun. Eğer onları bilirse o Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Yok, eğer bilemezse bilin ki o bir sahtekârdır, kendi kendine uyduruyor; onun hakkında ne istiyorsanız yapın: Ona çok eski zamanlarda geçmiş gençleri sorun; durumları neydi? Onların gerçekten garip, şaşırtıcı bir haberleri vardır. Ona çok dolaşan ve yeryüzünün doğularına, batılarına kadar ulaşıp dolaşan adamı sorun; haberi neydi? Bir de ona ruhu sorun ki o nedir? Şayet size bunları haber verirse bilin ki o peygamberdir, ona tâbi olun. Yok eğer haber veremezse bilin ki kendiliğinden uyduruyor, onun hakkında neyi uygun görüyorsanız onu yapın."
Nadr ve Ukbe Medine'den ayrılıp Mekke'ye Kureyş'in yanına geldiler ve: "Ey Kureyş topluluğu size, Muhammed'le aranızı ayıracak şeyi getirdik; yahudi bilginleri bize, ona şunları sormamızı emrettiler." dediler ve hahamların onlara verdikleri sorulan anlattılar.
Kureyşliler Hz. Peygamber (sa)'e geldiler ve: "Ey Muhammed, bize haber ver bakalım..." diyerek yahudi hahamlarının sormalarını istedikleri sorulan sordular. Hz. Peygamber (sa) de "İnşaallah" demeyi unutarak: "Sorduklarınızın cevabını size yarın haber vereceğim." buyurdular.
Bunun üzerine Kureyşliler O'nun yanından ayrıldılar. Allah'ın Rasûlü (sa) onbeş gece kaldı ve fakat bu esnada Allah Tealâ kendisine bu konularda hiçbir vahy göndermedi, Cebrail de kendisine gelmedi. Nihayet Mekkeliler kendi aralarında konuşmaya başladılar: "Muhammed bize yarın haber vereceğim diye vaadde bulundu. Bugün 15 gün oldu halâ sorduklarımızdan hiçbiri hakkında bize herhangi bir haber getirmedi." demeye başladılar.
Elbette vahyin gelmemesi, Hz. Peygamber (sa)'i çok üzdü, Mekkelilerin konuşmaları da ona ağır geldi. Ama sonunda Cibrîl geldi ve Allah Tealâ'dan (Ashab-ı) Kehf Sûresi'ni getirdi ki onda sordukları o gençlerin ve o çok dolaşan adamın haberi ve müşriklerin söylediklerine üzüldüğü için ona bir muâtebe vardı. Bir de "Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbımın emrindendir ve size ilimden çok az bir şey verilmiştir." âyetini getirdi.
İbn İshâk, Cibril'in, Hz. Peygamber (sa)'e sorulanların (Rûh, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn) cevabını getirdiğinde onun: "Ey Cibrîl, bize gelmedin ve biz senin hakkında su-i zanda bulunduk." demesi üzerine "Biz ancak Rabbının emri ile ineriz. O'nundur önümüzde, arkamızda ve bu ikisi arasındaki her şey ve Rabbın unutkan (seni unutmuş) değildir." (Meryem, 19/64) âyet-i kerimesini de okuduğunu kaydeder.”
[3]
Asım Köksal merhum da Hendek Savaşının başında şu bilgileri sunar:
Hayber Yahudilerinin ileri gelenleri maddi servet karşılığında Resulullah (sav) ile savaşmak amacıyla asker toplamak için Mekke’ye geldiklerinde Kureyş müşrikleri, birbirlerine:
"Medine'nin reisleri, bilgi ve ilk kitab sahipleri, ayağınıza kadar gelmiş bulunuyorlar. 'Biz mi, yoksa Muhammed mi; hangimiz daha doğru yolda?' Onlardan bir sorun bakalım?" dediler.
"İyi olur!" diyerek bu tavsiyeyi benimsediler.
Bunun üzerine, Ebu Süfyan, onlara:
"Ey Yahudi cemaati! Sizler, kendilerine ilk semavî kitab inmiş, ilim sahibi bir kavimsiniz! Muhammed'le anlaşamadığımız meselede bizi aydınlatın: Bizim dinimiz mi, yoksa, onun dini mi daha hayırlı? Biz, Beytullah'ı imar ve ona develer kurban ederiz. Hacca gelenlerin su ihtiyaçlarını karşılarız! Putlara taparız! Buna göre, biz mi daha doğru yoldayız, yoksa Muhammed mi daha doğru yolda?" diye sordu.
Heyet:
"Allah için söylenecekse, siz hakka ondan daha yakınsınız: Çünkü, siz şu Beytullah'a hürmet ve tazimde bulunuyorsunuz. Hacıların su ihtiyaçlarını karşılıyorsunuz. Develerden kurbanlar kesiyorsunuz. Atalarınızın tapageldikleri putlara tapıyorsunuz. Evet! Sizin dininiz onun dininden daha hayırlıdır ve siz hakka ondan daha yakınsınız!" dediler.
Yahudi heyetinin bu sözleri Kureyş müşriklerini çok sevindirdi. Yahudi heyeti Peygamberimiz Aleyhisselamla çarpışmaya davet ettiği zaman, Kureyş müşrikleri bunu sevinerek benimsediler; bu yolda hemen derlenip toparlandılar ve hazırlıklara giriştiler.
Kureyş müşriklerinin sorularına Yahudi heyetinin verdiği cevaplar üzerine inen âyetlerde şöyle buyuruldu:
"Görmedin mi şu kendilerine Kitab'dan biraz nasip verilmiş olanları?! Kendileri haça, şeytana inanıyorlar, diğer kâfirler için de 'Bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır!' diyorlar. Bunlar, Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir! Allah kime lanet ederse, artık ona gerçek hiçbir yardımcı bulamazsın! Yoksa onların yeryüzünün mülk ve saltanatından bir hissesi mi var?! Fakat, öyle olsaydı, insanlara çekirdeğin arkasındaki minicik bir tomurcuğu bile vermezlerdi. Yoksa onlar Allah'ın fazl-u kereminden insanlara verdiği şeylere, nimetlere karşı haset mi ediyorlar? Biz gerçekten İbrahim hanedanına da kitab ve hikmet vermişizdir. Onlara başkaca büyük bir mülk ve saltanat da bahşetmişizdir. İşte, onlardan kimi ona (Muhammed Aleyhisselama) iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi! Çılgın bir ateş olarak Cehennem yeter bunlara (bu yüz çevirenlere)!"
[4]
Tahrif ve tağyir olmasına rağmen İncil ve Tevrat ile Kur’an aynı kaynak olduğu için, mevcut durumlarında bile nerde ise emir ve yasaklar aynı, davet edilen ilkeler aynı denecek kadar dinde ortak noktalar vardı ve bu yüzden Kur’an-ı Kerîm onları yeniden imana çağırıyordu:
“Zulmedenleri hariç, Ehl-i Kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzla mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: "Biz, hem bize indirilen Kitaba, hem size indirilen Kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da Bir ve aynı İlahtır ve Biz Ona gönülden teslim olduk."
[5]
Oysa o son Peygamberi bekliyor ve onunla zafer kazanacaklarına inanarak etrafa övünüyorlardı: işte o ayetlerden bazıları:
“Yahudiler; "Kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek azı iman eder.
Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince -ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde ötedenberi bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir.
Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir.
Onlara `Allah'ın indirdiğine inanın" denildiği zaman; "Biz sadece bize indirilene inanırız"derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hakk bir kitap olduğu halde Tevrat'tan başkasına inanmazlar. Onlara de ki; "Mademki, inanıyordunuz daha önce Allah'ın peygamberini niye öldürdünüz?
Musa size mucizeler ile geldi. Siz ise onun yokluğunda buzağıya taptınız. Sizler öyle zalimlersiniz!
[6]
Neden böyle oldu?
Irkçılıkları yüzünden!
Güya kendileri Allah Teâlâ’nın özel olarak yaratıp sevdiği üstün bir millettir. Başka milletler ancak onlara hizmet için vardır. İşte bu doğuştan üstünlük iddia eden ırkçılık düşüncesi onları mahvetmiştir. Bu havada olan mağrurlar, küçük gördükleri Araplardan, üstelik de “ümmi” olan birisinden din alacaklar, ona itaat edeceklerdi. Olacak şey miydi bu?(!) Kitap Ehli, kendilerinden olmayan ve daha önce onlara karşı üstünlük ve bilgiçlik tasladıkları ümmî (okuma-yazma bilmez) toplumdan olan bir peygamberin kendilerini İslâm'a çağırmasını çok gördüler, hazmedemediler. Çünkü onlar Kitap Ehli, diğerleri ise ümmî idi.
Allah bu ümmileri onurlandırmak istediği zaman son peygamberi içlerinden gönderdi. Tüm insanları kuşatan son risaleti onlara sundu. Ve kendilerine ilim verdi. Böylece onlar, yeryüzündekilerin en bilgilisi, düşünce ve inancı en sağlam yol, şeriat ve sistemi en üstünü, toplum ve ahlâkı en olgunu oldular. Tüm bunlar, Allah'ın onlara karşı lütfu, bu din ile nimetlendirmesi ve onlardan hoşnut olmasıdır. Bunun ırkla bir alakası yoktur. Allah dilediğini yapar, dilediğine dilediğini verir. Kimse ona karışamaz.
Eğer bu risalet nimeti olmasaydı, ümmilerin tüm insanlara "vasi" olmaları mümkün olmadığı gibi, yine bu hak din olmasaydı, insanların "önder" olmaları da mümkün olmazdı.
Kitap Ehli'ne yönelik bu ilahî seslenişte kendilerinden söz alındığı gibi onların İslâm'a, bu peygambere ve O'na yardıma, desteklemeye çağrıldıkları tescil ediliyor. Yüce Allah, ümmi peygamberlerin Araplara ve tüm insanlara gönderildiği gibi onlara da gönderildiğine şahitlik ederek, tescil ediyor. Onların, O'nun risaletini Allah katında inkara güçleri olmadığı gibi, peygamberliğinin Araplara has olduğu yada Kitap Ehli'ne yönelik olmadığını iddaya da güçleri yoktur.
Kur’an bu iddialarına şöyle temas derek bu düşünceyi reddeder:
“Ey Kitap Ehli, size bizim peygamberimiz geldi. Bu peygamber, elinizdeki kitabın öteden beri gizli tuttuğunuz bir hükmünü açıklıyor, birçoğuna da değinmiyor. Gerçekten size Allah tarafından bir ışık, bir açıklayıcı kitap geldi.
Allah, rızası peşinde koşanları, bu kitap sayesinde selamet yollarına erdirir, onları, kendi izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, doğru yola iletir.
Allah Meryemoğlu Mesih'dir diyenler kesinlikle kafir olmuş/ardır. Onlara de ki; Eğer Meryemoğlu İsa'yı annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek istese O'na kim engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah'ın egemenlik tekelindedir. O di/ediğini yaratır. Allah'ın gücü herşeye yeter.
Yahudiler ve hristiyanlar "Biz Allah'ın evladları ve sevdikleriyiz" dediler. Onlara de ki; o halde O, niçin günahlarınızın yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O'nun yarattığı birer insansınız. O dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıkların Allah'ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O'nadır.
Ey Kitap Ehli, "Bize bir müjdeci, bir uyarıcı gelmedi " demeyesiniz diye peygambersiz geçen bir ara dönemin arkasından size gerçekleri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size müjdeleyici, uyarıcı geldi. Allah'ın gücü her şeye yeter.”
[7]
“(Ey Muhammed, onlara:) Şayet (iddia ettiğiniz gibi) ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddianızda doğru iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım), de. Onlar, kendi elleriyle önceden yaptıkları işler (günah ve isyanları) sebebiyle hiç bir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.”
[8]
Yahudi ve hristiyanların Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduğu sözü de küfürdür. Bunlar hiçbir delile dayandırılmayan iftiralardır. Bu yüzden de hiç bir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Irkçılık zulümdür, Allah da zalimleri çok iyi bilir.
Burada hem inançta sapma vardır, hem de tümüyle bu sapmaya dayalı bir hayat tarzı yozlaşması vardır. Yahudi ve hristiyanlar, Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduklarına dair iddialarının peşi sıra, "Allah'ın onlara günahları yüzünden asla azap etmeyeceğini" "onları asla cehenneme sokmayacağına, girseler bile orada, sadece bir kaç gün kalacaklarını" söylüyorlar. Bu ise; Allah'ın adaletinin yerine gelmeyeceği, O'nun kullarından bir grubu kayırdığı, onları yeryüzünde bozgunculuk yapmaya bıraktığı, sonra da diğer bozgunculara vereceği azabı onlara vermeyeceği anlamına gelir. Hayattaki hangi şey, bu düşünceler kadar fesat kaynağı olabilir? Hayattaki hangi şey bu sapma kadar kargaşalık ve ızdırap kaynağı olabilir? O yüzden ileride göreceğiz, ırkçılık büyük bir zulmün sebebidir. Bu yüzden kanunlar uydulanamaz, hukukun üstünlüğü sağlanamaz, adalet çarkı hakkıyla dönmez, memleket fitne ve fesadın, anarşi ve terörün, savaş ve katliamların, acımasız sömürülerin en büyük sebebidir.
İşte Yafudiler bu ırkçı anlayışları sebebiyle “o beklenen Peygamber Beni İsrail’den olacak” diye inanmışlardı. Belki de böyle inanarak kendilerini kandırıyorlardı. Çünkü kutsal kitaplarında onun iki dağ ve taşlık bir yerde, hurmaları bol bir beldede olacağı gibi alametleri de vardı. Neden Yahudilerden bekliyor ve kendilerini öyle şartlandırıyorlardı? Sonrada bunu bir gerçekmiş ve vakıanın hakikate ters düşmüş gibi değerlendiriyorlardı? Irkçılıklarından ve kıskançlıklarından başka bir sebep yok. Versa da bunların bir devamı sayılacak kötü huylardır onlar; kin, nefret, düşmanlık vs. gibi!
“Allah'ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini (Kur'an'ı) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.
Kendilerine: Allah'ın indirdiğine iman edin, denilince: Biz sadece bize indirilene (Tevrat'a) inanırız, derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o Kur'an kendi ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. (Ey Muhammed!) Onlara: Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz? deyiver.”
[9]
Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”
[10]
“Yemin olsun ki (habibim ! ) sen ehl-i kitaba her türlü âyeti (mucizeyi) getirsen yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.”
[11]
Yukarıda ehl-i kitap diye nitelenen bu din saliklerinin, diğer batıl dinlerden daha farklı bir hukuk ve müsamaha ile karşılandığını da yazmıştık. Sevgili Peygamberimiz (sav) onlarla hep iyi ilişkiler kurmak istedi. Ama bu bir türlü sağlanamadı. Bunun nedeni, bu iki dinin saliklerinin İslam’ı bir hak din olarak içten tanımaları, ama hasetlerinden ve kendi egemenlik ve çıkarlarının kaybından dolayı dıştan bunu asla itiraf etmemeleri idi. O kadar ki onların bu yeni dine, daha doğrusu ellerindeki aslı hak olan dine sonradan sokulan batılları temizleyen bu yenileyici versiyona düşmanlığı, müşrik kafirlerden ve tanrıtanımaz dinsizlerden daha yaman olmuştur. Maalesef bugün de böyle devam etmektedir. Bugün Yahudi ve Hristiyanlar elbirliği ile Müslümanlar ile savaşmaktadırlar.
“De ki: "Ey Ehl-i Kitap, bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: "Allahdan başkasına ibadet etmeyelim. Ona hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allahın yanında rab edinmesin." Eğer bu daveti reddederlerse: "Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun" deyin.”
[12]
Bu davet, Kur'anın, hıristiyanlar başta olarak bütün dinlere yönelttiği evrensel bir çağrıdır. Bunda muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli vicdanların temelli bir vicdanda, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri ve İslam’ın insanlık âlemine ne kadar geniş, ne kadar açık bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğrettiği görülmektedir.
M. Hamdi Yazır’ı ayetin tefsirinde dikkat çektiği gibi, “dinî gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil, bütünlüğünde ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik davasının esası bu bir kelimede, bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm anahtarı buradadır. irbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün hareketlerimizi bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim. Allah ' ı bırakıp da onun gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız olmasın; hepimiz Allah'a kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim; birbirimize de ancak bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin hakkına tecavüz etmeyelim; Allah'ın onu görevlendirdiği vazifeye de Allah için itaat edelim.”
Asıl anlaşma ve asıl vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca, her anlaşmazlık, hak düşüncesi ve hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir kimsenin şahsî isteği hakim olmaz. Buna göre İsa'yı da Rab tanımayalım. Onu da Allah'ın bir kulu ve bir elçisi tanıyalım. Aynı şekilde papalar, krallar, başkanlar hep böyle, birbirine Allah'a itaatları ve hakkı araştırmaları açısından bakalım.
Seyyid Kutup “Fî Zilal”da bu çağrıya dikkat çeker. Biz buna işaret ettikten sonra, onların bu güzel davetinden istifade edemeyerek işi nereye getirdiklerine ayrıca dikkat çekelim ve soralım, “nereden nereye?”:
“Ey iman edenler! Eğer Ehl-i Kitaptan bir kısmına uyacak olursanız, iyi bilin ki onlar sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler.”
[13]
“Ayetlerin akışı içinde ehli kitabın ortak bir söze daveti yer almaktadır. ‘Yalnız Allah'a kulluğa, O'na ortak koşmamaya ve birbirini Allah'ın dışında Rabbler edinmemeye davet.’ Aksi takdirde bu mesaja aykırı bir davranış hiçbir konuşmaya ve tartışmaya yer verilmeyecek bir yol ayrımını gerektirecektir
"De ki: "Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilah edinmeyelim."
Şüphesiz ki bu insaflı bir çağrıdır. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) kendisinin ve beraberindeki müslümanların onlara üstünlük sağlamaya çalıştığı bir çağrı değildir. Ortak bir çağrıdır. Hepsi aynı hizada O'nun önünde duracaktır. Bazısı bazısına üstünlük taslamayacak, bir kısmı bir kısmını kul edinmeyecektir. Bu çağrıyı inatçı, bozguncu, sarsılmaz gerçeğe gelmek istemeyenden başkası reddedemez.
Bu, yalnız Allah'a kulluğa çağrıdır. Ona hiçbir varlığı, hiçbir insanı, hiçbir taşı ortak koşmamaya çağrıdır. İnsanların birbirlerini, hiçbir Nebiyi, hiçbir Resulü Allah ile birlikte ilah edinmemesine çağrısıdır. Peygamberlerin hepsi de Allah'ın kullarıdır. Allah onları emirlerini tebliğ etsinler diye seçmiştir. İlahlık ve Rububiyette kendilerini Allah'a ortak etsinler diye değil...
Müslümanlar ile Allah'a rağmen birbirlerini Rabler edinenler arasındaki bu karşılaştırma, müslümanların kimliğini net ve kesin olarak ortaya koymaktadır. Müslümanlar yalnız Allah'a ibadet edenler, kendisine kul olmaya yalnız Allah'ı lâyık görenler ve Allah'a rağmen birbirini Rabbler edinmeyenlerdir. Müslümanları diğer uluslardan ve inançlardan, müslümanların yaşam tarzını, bütün insanların yaşam tarzından ayıran başlıca nitelikler bunlardır. Ya bu nitelikler onların üzerinde gerçekleşecek ve onlar da müslüman olacaktır. Ya da bu vasıflar onların üzerinde gerçekleşmeyecek ve ne kadar müslüman olduklarını iddia etseler de müslüman olmayacaklardır!
İslâm insanları, kullara kulluktan kurtaran tam bir özgürlüktür. İslâm nizamı da diğer düzenler arasında özgürlük hareketini gerçekleştiren biricik düzendir. İnsanlar, yeryüzü kaynaklı düzenlerin hepsinde birbirini Allah'a rağmen Rabler edinirler.
Bu birbirini rab edinme olayı en katı dikta rejimlerinde göze çarptığı gibi, en ileri demokrasilerde de ortaya çıkmaktadır. İlahlığın en başta gelen özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir. Bu, yeryüzü kaynaklı bütün düzenlerde şu veya bu şekilde birtakım insanların tekeline girmiştir. Şu veya bu konumda insanlardan bir topluluğa havale edilmiştir. Geniş halk kitlelerinin kendisinin belirlediği yasalara, değer yargılarına, ilkelerine ve düşüncelerine boyun eğdiği bu topluluk yeryüzü ilahlarıdır. İnsanların ilahlık ve rububiyet özelliklerini kendilerinde görmelerine izin vermeleri ve Allah'a rağmen birbirlerini rabler edinmelerinin tipik örneğidir bu. İnsanlar, bu ilahları böyle kabul etmekle, onlara secde etmeseler de, önünde eğilmeseler de Allah'a rağmen onlara kulluk etmiş olurlar.
Zira kulluk Allah'tan başkasına yönelme imkanı olmayan bir ibadettir. İşte ancak İslam nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur. Özgürlüğe kavuşur. Düşüncelerini, düzenlerini, yaşam biçimlerini, yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız Allah'tan alan bir özgürlüğe kavuşur.
Bu konuda onun konumu diğer tüm insanların konumu gibidir. O ve diğer bütün insanlarla eşit konumdadır. Hepsi aynı düzeydedir. Hepsi Allah'ın emrindedir. Allah'a rağmen birbirlerini Rabbler edinmezler. İşte bu anlamıyla İslâm, Allah katında kabul gören tek dindir. Ve tüm Peygamberlerin Allah katından getirmiş olduğu din budur. Allah, peygamberleri bu din ile gönderdi ki, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allah'a kul etsinler. Kulların zulmünden Allah'ın adaletine kavuştursunlar...
Bundan yüz çeviren Allah'ın şehadetine göre müslüman olmamıştır..
Meseleyi çarptıranlar istediği kadar çarptırsın. Saptıranlar istediği kadar saptırmaya çalışsın. "Allah katında geçerli olan din İslâm'dır."
[14]
Kader herkese layıkını gösteriyor. Bu kadar ikazdan sonra ne oldu?
Çok az Yahudi ve Hristiyan Müslüman oldu. Ama o ikazdan asırlar sonra Müslümanlar kitabı unuttular. İlle de şu ayeti:
“Ey iman edenler! Eğer Ehl-i Kitaptan bir kısmına uyacak olursanız, iyi bilin ki onlar sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler.”
[15]
İşte çevirdiler. Şimdi Müslüman ülkelerinde Allah Teâlâ’nın kitabı yasa olarak uygulanmıyor. Eğitimde terbiyede yeri yok. Ülke yönetim biçimini de, hukukunu kafirlerden aldı. Şeriat gitti, laiklik geldi. Sokaklar İslamı bilmeyen, sevmeyen, yaşamayan insanlarla doldu. Batı taklitçiliğ marifet sayıldı. Onlar gibi yiyip içiyor, onlar gibi gezip tozuyor, onlar gibi eğleniyoruz. Sokaklarda fuhuş kol geziyor. İçki su gibi içiliyor. Her taraf kumarhane dolu. Uyuşturucu ilkokullara kadar inmiş. Evlenenlerin çoğu boşanıyor. Nikahsız yaşamak moda oldu. Müslümanlar kan kusuyor.
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,
Ne yaptık, ne yaptınız mukaddes emaneti?
Şimdi Müslümanlar M. Akif’in dediği gibi “hanumansız bir seseridir öz diyarlarında” ve Necip Fazıl’ın ifadesiyle “öz yurdunda gariptir, öz vatanında parya…”
Neden?
Yahudi ve Hristiyanları taklit etmekten.
Allah Teâlâ’nın uyarısı kiatapta yazıyor: “Ey iman edenler! Eğer Ehl-i Kitaptan bir kısmına uyacak olursanız, iyi bilin ki onlar sizi imanınızdan sonra küfre çevirmek isterler.”
[16]
İyi ama kitabı okuyan kim?
Okusalar düşmanı tanıyacaklar, hile ve tuzakları tanıyacaklar… Ehli kitap ile müslüman cemaat arasındaki savaş... İnanç savaş... Bu dinin düşmanları tarafından yapılan çalışmalar, oyunlar, tuzaklar, aldatmalar, yalanlar, planlar, hak ile batılı karıştırmalar, şüphe ve kuşku tohumlarım yayma; bu ümmete kötülük etmek ve zarar vermek için ortaya koydukları ardı arkası kesilmez amansız mücadeleyi dile getirmektedir...
Sonra Kur'an'ın bunların hepsine karşı koyuşu.. Kur'an'ın müminleri, üzerinde bulundukları Hakkın gerçekliği ile düşmanlarının üzerinde bulunduğu batılın gerçekliği, bu düşmanların kendilerine karşı kurdukları tuzakların mahiyeti bilincine erdirmesi... Sonra bu düşmanların vasıflarını, karakterlerini, ahlâklarını, eylemlerini ve niyetlerini müslüman cemaatin gözleri önüne sermesi. Müslüman cemaate düşmanlarının mahiyetini bildirmesi, kendilerine yakıştırdıkları bilgi ve marifet süslerini kaldırması ve aldatılmış müslümanların onlara güvenlerini yok etmesi önemlidir. Müslümanları onların tutumlarından nefret ettirmesi. Onların tuzaklarım gözler önüne serip çirkinliklerini göstermekle, kimseyi kandıramayacak ve kimseye şirin görünmeyecek şekilde etkisiz bırakması…
Bütün bunlar Kur’an-ı Kerîm’de ayrıntılı anlatılmıştır, ama ah… o kitabı okuyan, üstünde durup düşünen, ders ve ibret alarak yolunu çizen nerde?
Aslında çok garip bir durumdur. Ama insan psikolojisi incelendiğinde anlaşılabilen bir durumdur. Bu dinlerin, az önce de dediğimiz gibi Allah'a, kitaplara, peygamberlere, meleklere, cennet ve cehennem gibi mefhumlara olan inançları sebebiyle başka beşerî batıl dinlere nazaran çok daha rahat anlaşabilmeleri ve birbirlerini destekleyebilmeleri gerekirken, neden böyle bir savaş oldu? Bir inanç etrafında anlaşabilmeleri gayet kolayken, neden müşriklerden bile daha fazla İslam’a düşman oldular?
İslam, yine de bir müddet mensuplarından ehl-i kitaba karşı hoşgörü ve müsamaha ile muamele etmelerini istemiştir. Fakat onların kendisine karşı kin ve nefretlerini görünce, artık onlarla sevgi, yardımlaşma, ittifak yapma ve velayetlerini kabul etme manasına gelecek dostluk kurmalarını yasaklamıştır.
Çünkü uygulama onu göstermiştir ki artık batıl bir dine dönüşen Ehl-i Kitapla Müslümanların yollarını birleştirmeleri hiç bir şekilde mümkün değildir. Çünkü aradaki sevgi ve müsamaha ne kadar olursa olsun, müslümanlar kendi dinlerini yaşadıkça ve yeryüzüne hakim kılmak istedikçe ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar, onlardan asla razı olmayacaklardır. Onların razı olmalarının tek bir şartı vardır, o da Müslümanlar onların dinine girmesidir. Bu da hak din olan İslam için asla olmayacağına göre, aralarındaki bu savaş asla bitmeyecektir. Zaten tarih de, günümüzdeki vaziyet de bunun örnekleri ile doludur.
“Sırf nefislerinden ileri gelen bir kıskançlık sebebiyle, Ehl-i Kitabtan birçok kimse, gerçek kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, sizi imanınızdan uzaklaştırıp kâfir haline çevirmek isterler. Allah bu husustaki emrini bildirinceye kadar affedin ve hoşgörün. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”
[17]
“Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle beraber olasınız. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer aldırmazlarsa o vakit nerede bulursanız onları yakalayın, öldürün ve sakın onlardan ne hâmi, ne yardımcı edinmeyin.”
[18]
“Ehl-i Kitaptan bir kısmı, sizi inancınızdan saptırmak istedi. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkına bile varmazlar.”
[19]
Ehl-i kitaptan bir gûruh birbirlerine, şöyle dediler:
"Şu müslümanlara indirilen Kitaba günün başlangıcında (zahiren) iman edin, sonunda da inkâr edin, olur ki onlar da şüpheye düşüp dinlerinden dönerler. Ve bir de kendi dininize tabi olandan başkasına sakın ha güvenmeyin!" Ey Resûlüm, De ki: Doğru yol, Allahın yoludur" Yine onlar kendi aralarında: "Size verilen vahyin, başkalarına da verildiğine veya Rabbinizin huzurunda müslümanların karşı delil getirip sizi mağlup edeceklerine inanmayın" derler. De ki: "lütuf Allahın elindedir, dilediğine ihsan eder. Allahın lütfu boldur, her şeyi hakkiyle bilir.”
[20]
Müslümanlara karşı savaşmak, onlara tuzaklar hazırlamak hususunda, ehl-i kitap birbiriyle olan dostluktan asla sarf-ı nazar etmemişler ve hiç bir zaman da etmeyeceklerdir.
Nitekim Kur'ân, bu gerçeğin altını çizer:
“Müslümanlara karşı savaşmak hususunda onlar birbirinin dostudurlar.”
Bu, onların hiç bir zaman sona ermeyecek olan adetleridir.
“Sen onların dinlerine uyuncaya kadar ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar, Senden asla razı olmayacaklardır.”
Öyleyse Müslümanlar şu ölümsüz ilkelere kulak kesilmelidirler:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. Kalblerinde hastalık bulunanların: ‘Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih, yahut katından bir emir getirecek de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır.”
[21]
Evet, ifadeler çok açık; başka dinden olanlar, özellikle yahudiler ve hıristiyanlar müslümanların dostu olmazlar; onlar ancak birbirinin dostu olur, birbirini desteklerler. Zaman zaman müslümanlara yaklaşmaları, kendi menfaatleri bunu gerektirdiği içindir. üslümanların bunu unutmamaları ve kendi aralarındaki dostluğu güçlendirmeleri zaruridir. Müslümanların arasına sızan iki yüzlüler, felaket tellallığı yaparak onları, kafirlere yöneltmek isterler; iman ehlinin bunlardan da sakınması gerekmektedir.
Bu ayetlerin iniş sebebi olarak Bedrettin Çetiner birkaç olay anlatır.
[22]
Biz üçünü ilginç görerek ders ve ibret almaya daha layık bularak aktaralım.
1. “Atıyye ibn Sa'd'den rivayet ediliyor: el-Hâris ibnu'l-Hazrec oğullarından Ubâde ibnu's-Sâmit Rasûl-i Ekrem (sa)'e gelip: "Ey Allah'ın elçisi, benim yahudilerden bir çok dostum var. Onların dar zamanımda bana yardım edeceklerinden de eminim. Ama ben, o yahudi dostlarımın dostluğunu terkedip Allah ve Rasûlü'ün dostluğuna dönüyorum. Ben Allah'a ve Rasûlü'ne dostluk besliyorum, dedi.
Orada bulunan Abdullah ibn Übeyy: "Ben, zamanın ilerde başımıza getirebileceği felâketlerden korkan bir adamım. Onun için daha önceki dostlarımın dostluğundan ayrılacak değilim." dedi.
Rasûl-i Ekrem (sa), Abdullah ibn Übeyy'e: "Ey Ebu'l-Hubâb, yahudilerin dostluğunu Ubâde ibnu's-Sâmit'inkine tercih ediyorsan buyur yap!" buyurdu.
Abdullah İbn Übeyy: "Evet öyle yaptım." dedi de bunun üzerine Allah Tealâ: "Kalblerinde bir hastalık olanların, bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz, diyerek onlara koştuklarım görürsen..."e kadar olmak üzere "Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin..." âyetlerini indirdi.”
2. Suddî'den gelen rivayette de hadise Uhud Gazvesi ile ilişkilendirilmektedir. Şöyle ki: Uhud'da müslümanlar bozulunca bu, bazı müslümanlara ağır geldi, devletin ve hakimiyyetin kendileri aleyhine müşriklerin eline geçeceğinden korktular. Onlardan birisi arkadaşına: "Ben, gidip filân yahudiye sığınacağım; onun emanını alacağım ve onunla birlikte ben de yahudi olacağım." derken bir başkası meselâ: "Ben de Şam'daki filân hristiyana gidip onun emanını alacağım ve hattâ gerekirse onun yanında hristiyan da olacağım." diyordu. İşte bunun üzerine Allah Tealâ "Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden her kim onlara dostluk beslerse o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler güruhunu hidâyete erdirmez." âyetini indirdi.
3. Kurtubî’den:Bu arada özellikle “Kalplerinde hastalık olanların, “Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz” diyerek onlara koşuştuklarını görürsen; olur ki Allah bir fetih verir veya katından bir emir getirir de onlar, içlerinde gizlediklerinden dolayı pişman olurlar.” ayet-i kerimesinin nüzul sebebinin ise münafıklar veya Abdullah ibn Übeyy ibn Selül olduğuna dair rivayetler vardır. Bunlara göre Yahudi ve Hristiyanlar münafıklara yemek getirirler, onlara yiyecek ve borç verirler, böylece onların dostluklarını elde ederlerdi. Ne zaman ki, “Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dost edinmeyin…” ayet-i kerimesi nazil oldu, münafıklar: “Bir kıtlık olduğunda bize yardım eden ve elimizi bollaştıran kimselerle dostluk ilişkilerimizi nasıl koparır, onların dostluğunu nasıl terkederiz?!” dediler de bu ayet-i kerime nazil oldu. Bu, Ebu Salih kanalıyla İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir.
Bu ayetlerin indiği ortamı özet olarak sunmanın faydalı olduğuna inanıyoruz. İslâm'dan önce Medine'de Araplar'la birlikte Kaynukaoğullan, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları adında üç yahudi kabilesi vardı ve Araplar'ın aslında geçmişte iki amcaoğlu olan Evs ve Hazrec ismiyle iki kabile olarak bölünmesini kötüye kullanarak, güya her biri onlarla aralarında dostluk anlaşması yapmışlardı. Bu iki kabilenin asabiyet damarlarını kullanıyor ve birbirlerine karşı kışkırtarak yüzyılları bulan savaşlara sürüklüyorlardı. Araplar bitip tükenmeyen bu savaşlarda kendileri bitip tükenirken, Yahudiler el altından birliklerini koruyarak iktidar ve ekonomiyi diledikleri gibi götürüyorlardı. Peygamber Efendimizin (sav) Medine’ye hicretiyle Evs ve Hazrec, muhacir Müslümanları da katarak iman kardeşliğinde birleştiler. İslâm'ın hep barıştan yana tavrını gösteren Peygamber Efendimiz, (sav) Yahudiler ve müşrik araplarla görüşmeler yaparak yazılı bir anayasa yaptı. “Medine Sözleşmesi” dediğimiz bu anlaşmaya göre, şehir bir devlet idi. Dış düşmana beraberce karşı konulacak, içte ise her grup özgür olarak din ve hukukunu yaşayacaktı.
Müslümanlar bu dostluğu devam ettirmek istediler; fakat yahudilerie münafıklar görünüşte dost gibi davransalar da her fırsatta müslümanların aleyhine çaba harcıyorlar, özellikle Hz. Peygamber'in askerî planlan hakkında müslüman dostlarından edindikleri bilgileri müşriklere ulaştırıyorlardı. 41. âyetten itibaren buraya kadar Medine yahudilerinin müslümanlara karşı olan tutum ve davranışları, münafıklarla olan dostluk ilişkileri ve bunları müslümanların aleyhine kullanmaları, kendi kutsal kitapları olan Tevrat'a karşı samimiyetsizlikleri, müslümanları İslâm'dan döndürerek Hz. Peygamber'i başarısızlığa uğratmaya gayret göstermeleri gibi olaylar anlatılarak veya bunlara işaret edilerek yahudi ve hıristiyanlarla kurulacak dostluğun faydadan çok zarar getireceği müslümanlara açıklandıktan sonra bu âyette müminlerin bu gibi yahudi ve hıristiyanlardan samimi dostlar edinmemeleri emredilmiştir.
[23]
Müslümanların Medine'ye göç ettikleri dönemde burada hıristiyanlarm bulunmaması veya yok denecek kadar az olmaları sebebiyle müslümanlar yahudilerden gördükleri sıkıntıların benzerini onlardan görmemişlerdir. Hatta Kur'ân-ı Kerîm, hıristiyanlann müslümanlara karşı yahudilerden daha iyi davrandıklarını bildirmektedir.
[24]
Ancak Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e iman etmedikleri için hiristiyanların da müslümanların kendileriyle kuracakları dostluğu kötüye kullanmaları ihtimal dahilindedir. Nitekim Bakara sûresinin 120. âyetinde Hz. Peygamber'e hitaben, "Sen onların dinlerine uymadıkça yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır" buyurulmuştur. "Onlar birbirlerinin velileridir" mealindeki cümleyi müfessirler şöyle yorumlamışlardır: Bu iki toplumun her biri gerçek dostluğu yalnızca kendi mensupları için yani yahudiler yahudiler için, Hıristiyanlar da hıristiyanlar için kabul ederler. Bu sebeple onlardan müslümanlara gerçek bir dostlukla yaklaşmaları beklenemez.
Âyetin ifadesine göre yahudileri veya hıristiyanlan dost edinenler onlardan sayılır, yani onlara benzer, onların huyunu kapar, gerçeğe değil onlar gibi hevâ ve heveslerine uyarlar, böylece zalimlerden olurlar; Allah zalimleri hidayete erdirmeyeceği için kurtuluşa ve mutluluğa eremezler.
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre gayri müslimlerle samimi dostluk kuran kimse küfre rızâ göstermedikçe dinden çıkmış olmaz.
[25]
Ancak kimi dost edineceği konusunda hataya düşmüş olur. Kur'ân-ı Kerîm, burada olduğu gibi birçok âyette müminleri uyararak kendilerinin dışındakilerin ister dinsiz olsun, isterse yahudiler ve hıristiyanlar gibi Ehl-İ kitap olsun, müslümanların hayatî önem taşıyan sırlarını öğrenecek, muhtaç olduklarında kendilerini koruyacak derecede dostları olamayacağını ifade buyurmuştur.
[26]
.
Elbette mümin olmayanları dost edinme yasağı, onlarla iyi geçinmemek anlamına gelmez. Toplum ve devletin emniyet ve selâmeti bakımından devlet sırlarını onlara verecek derecede kendileriyle samimi olmak veya devletin sırlarını yahut menfaatlerini alâkadar eden önemli görevleri onlara teslim etmek yanlış olmakla birlikte onlarla beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesinde bir sakınca yoktur. Kur'an müslümanlara karşı düşmanca tavır almayan gayri müslimlerle beşerî münasebetlerin iyi yürütülmesini, gerektiğinde onlara iyilik edilmesini, haklarında adaletli davranılmasnı tavsiye etmekte, böyle yapanları yüce Allah'ın sevdiğini bildirmektedir.
[27]
Müslümanların menfaatine olduğu müddetçe onlarla uluslararası dostluk antlaşmaları imzalamakta da bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber Medine'deki yahudilerle vatandaşlık antlaşması yaptığı gibi müşrik kabilelerle de ittifak antlaşması yapmıştır.
Samimi dost edinilmeleri yasaklananlar ancak İslâm'a ve müslümanlara karşı düşmanca tavır alanlar, onlarla savaşmak ve onları yurtlarından çıkarmak için birbirlerine destek verenlerdir. Yüce Allah bu tür gayri müslimlerle dosttuk bağlan kuranları zalimler olarak nitelemiştir.
[28]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, bu Maide 51-52. âyetlerin tefsiri sadedinde şöyle der: “Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.
Görülüyor ki "Yahudiler ve hıristiyanlara dostlar olmayınız" buyurulmamış, "Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz" buyurulmuştur. Çünkü "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez."
[29]
buyurulmuştur. Şu halde müminler yahudi ve hıristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara âmir olmaktan yasaklanmış ve men edilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmışlardır. Çünkü onlar müminlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları bazılarının dostları, birbirlerinin yârânıdırlar, dostlarıdırlar. Yani yahudiler birbirinin, hıristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne Yahudiler, kendilerinden olmayana dost olur, ne de hıristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Bu da hepsi arasında değil, bazısı arasındadır. Ve siz müminlerden her kim onları dost tanır, veli edinirse, şüphe yok ki, o da onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır. Ahirette onlarla beraber haşrolunur. Çünkü: Allah zalimler guruhunu her halde doğru yola çıkarmaz. Şu halde Yahudileri ve hıristiyanları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.
“Şimdi ey Muhammed, kalblerinde hastalık olanları,
[30]
İbnü Übeyy ve benzeri münafıkları görürsün ki yahudi ve hıristiyanlar içinde onların dostluk ve yardımları konusunda hızla koşuşurlar, korkarız ki devir aleyhimize döner, başımıza bir felaket gelir derler.”
"Daire", dünyanın başucunda dönüp dolaşan felaket ve inkılâb demektir. Bunlar, ahireti hesaba almaz, hakkın üstün gelmesine, İslâm’ın yükselmesine bel bağlamaz, tersine bir devrim oluverip devletin kâfirlere geçmesini düşünür ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini de ümit eder ve bu ümit ile özürleri kabahatlerinden büyük olmak üzere bu şekilde itiraz ederler. Bununla güya bir darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyorlarmış gibi görünmek isterler. Halbuki gerçekte Resulullah'ın başarısından ve İslâm dininin gerçeklerinden şüphe ederler. İhtilaf ve inkılâb peşinde koşarlar. Rivayet olunuyor ki, bu sözü münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy söylemiştir. Benî Kureyza yahudileri Peygambere karşı bir savaş durumu aldıkları zaman Ubâde b. Sâmit (r.a.): "Benim bu yahudilerden pek çok dostum var, fakat ben bunların dostluklarından Allah'a ve Resulüne sığınıyor, Allah ve Resulüne dostluk ediyorum" demişti. Abdullah b. Übeyy de: "Ben öyle bir adamım ki felaketlerden korkarım, dostlarımdan vazgeçemem" demiş bu âyetler nazil olmuştur.”
Öyle ama, devrin bu gibi ihtimalleri içinde kendilerinden başka kimseye dost olmayanlardan ümit beklemektense, Allah'ın peygambere ve Müslümanlara fetihler veya başka şekilde ferahlık ihsan edivermesi de mümkündür. Veya Allah Teâlâ’nın kendi tarafından bir emir ile o dost deyip güvendiklerine hatır ve hayale gelmez bir felaket verivermesi ve dolayısıyla bu münafıkların gönüllerinde gizledikleri şeylere nâdim olmaları pek yakındır. Bunlar Allah'tan kuvvetle beklenen birer ihtimaldir. Çünkü bunlar bir nevi ilâhî vaattir. Allah'ın kudretiyle yahudi ve hıristiyanların kudretleri karşılaştırılınca, hadd-i zatında yakın olan bu ilâhî vaat ile de kesinlik kazanan bu ihtimal gerçekleştiği zaman, bunların bu hallerini gören müminler kim bilir ne kadar sevinirler ve derler bilir misiniz?
Biz bunu ayetlerin devamına bırakalım da Seyyid Kutub’un “Fî Zilal”inde bu ayetleri tefsir sadedinde konuyu derleyip toparlamasını takdir ederek neler söylemiş ona bir bakalım isterseniz:
“Ey müminler yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez. Kalpleri hasta olanların "Başımıza bela gelir diye korkuyoruz " diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından süpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar.”
[31]
Öncelikle müminler ile yahudi ve hristiyanlar arasında, Allah'ın yasaklamayı uygun gördüğü dostluğun neyi ifade ettiğine değinmemiz yerinde olacaktır.
Bu dostluk, onların dinine tabi olmayı değil, onlarla işbirliği ve dayanışmayı ifade etmektedir. Zaten, din konusunda müslümanların, yahudilere ve hristiyanlara tabi olmaya eğilim duymaları, yani Yahudi ve hıristiyan olmaları gerçekten çok uzak bir olasılıktır. Buradaki dostluktan kast olunan, karışık bir meseleydi. Müslümanlar, çıkarların ve güçlüklerin giriftliği, gerek İslâm öncesinde, gerekse Medine'de İslâm devletinin kuruluşunun ilk yıllarında kimi yahudi gruplarla dostluk kurmuş olmaları gibi olgulardan yola çıkarak, bu tür ilişkilerin kendileri için bir sakıncası olmayacağını düşünüyorlardı. Ancak, Medine'de müslümanlar ile yahudiler arasında herhangi bir dayanışma, işbirliği ve dostluğun olamayacağı apaçık ortaya çıkınca Allah, müslümanları onlarla dostluktan men etti ve kendilerinden onlarla dostluklarını kesmelerini istedi.
Kur'an'ın ifadelerinde bu anlam, son derece belirgin ve net olarak ortadadır. Allah, Kur'an'da, Medine'deki müslümanlar ile "daru'l-İslâm"a hicret etmemiş müslümanlar arasındaki ilişkiden söz ederken şöyle buyuruyor: "(Ey müminler!) İnanıp hicret etmeyenlerle, kendileri hicret edene dek hiçbir dostluğunuz olmaz."
[32]
Doğal olarak burada, yani hicret etmeyen Müslümanlar ile edenler arasında kast olunan, din konusunda dostluk değildir. Zira müslüman, din konusunda müslümanın her halûkarda dostudur. Burada kast olunan dostluk, işbirliği ve yardımlaşma konusundadır. Buna göre, "dâru'l-İslâm"daki müslümanlar ile "dâru'l-İslâm"a hicret etmeyen müslümanlar arasında bu bağlamda bir dostluk kurulamaz. İşte burada ele almakta olduğumuz ayetlerde, müslümanlar ile yahudi ve hristiyanlar arasında, Medine'deki İslâm devletinin ilk yıllarında var olan, ancak sonradan yasaklanan dostluk da bu bağlamda, yani işbirliği ve dayanışma bağlamındadır.
İslâm'ın kitap ehline karşı hoşgörüsü ayrı bir şeydir, onlarla dost olmak ayrı bir şeydir. Fakat kimi müslümanlar bu iki olguyu birbiriyle karıştırmaktadırlar. Bu da onların, metodolojik ve gerçekçi bir yapıya sahip olan dinin özünü ve vazifesini net olarak kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır. Bu din, insanlığın tanık olduğu tüm öğretilerden farklı bir yapıya sahip olan İslâmî anlayış doğrultusunda, yeryüzünde yeni bir yapılanmanın sağlanması için gelmiştir. İnsanların keyfî arzularının, Allah'ın sisteminden sapmalarının, ayrıca dîne aykırı öğretiler ve tutumların karşısında bir engel oluşturması için gönderilmiştir. Öngörülen bu yeni yapılanmanın gerçekleştirilmesi için de hiç bir kıvırmaya yeltenilmemesini, gerektiğinde kaçınılmaz olarak mücadele verilmesini istemiştir. Bu bağlamda insanların olumlu, etkin ve yapıcı eylemlere girişebilmesi için gönderilmiştir.
Dostluk konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz iki olguyu birbirine karıştıranların eksiklikleri, inancın özüne ilişkin sağduyudan ve bu kitap ehline karşı izlenecek tutumun niteliğini bilinçlice kavrayabilmekten yoksun oluşlarıdır. Onlar, Kur'an'ın bu konudaki son derece net olan buyruklarından habersizdirler. Bu nedenle de İslâm'ın, tüm hakları garanti altına alınmış olarak İslâm toplumunda yaşamakta olan kitap ehline karşı “hoşgörülü davranılmasını ve onlara iyilik yapılmasını” isteyen buyrukları ile, “dostluğun sadece Allah, peygamberi ve müslümanlara özgü kılınmasını” isteyen buyruklarını birbirine karıştırmaktadırlar.
Onlar Kur'an'da kitap ehline ilişkin yapılan tespitleri unutmaktadırlar. Yahudi ve Hristiyanlar Kur'an'da belirtildiği üzere, İslâm toplumuna karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostudurlar. Bu, onlar için sabitleşmiş bir olgudur. Onlar, ne müslümandan hoşlanırlar, ne de onun dini olan İslâm'dan. Üstelik Müslümandan, kendi dinini terk edip onların dinine geçmedikçe de hoşlanmayacaklardır. Onlar, İslâm'a ve müslümanlara karşı savaşmakta son derece ısrarlıdırlar. Onların bu noktada içlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarından çıkan sözlerdekinden çok daha büyüktür. Burada ele aldığımız ayetlerin bitimine dek, onların nitelikleri dile getirilmektedir.
Müslüman, kitap ehline hoşgörüyle davranmaktan yanadır. Ancak onlarla, yardımlaşma ve işbirliği anlamında bir dostluk kurmasının yasaklanmış olduğunun da bilincindedir. Onun yapacağı, dinini uygulamak ve İslâm'ın eşsiz sistemini gerçekleştirmektir. Bu noktada onun yolu ile kitap ehlinin yolu kesinlikle aynı değildir. Müslüman her ne kadar onlara hoşgörü ve sevgiyle davransa da bu, onların kendisinin dinine bağlılığını sürdürüp İslâm sistemini gerçekleştirmesinden hoşnut olmalarına yetmeyecektir. Onların kendisine ve dinlerine karşı savaşmak, komplolar hazırlamak noktasında birbirlerinin dostu olmaktan vazgeçmelerine yetmeyecektir.
Kafirler ve ateistlere karşı, dini yayma amacıyla bizler ile kitap ehlinin aynı kulvarda yürüyebilecekleri gibi bir zanna kapılmamız, ne kadar korkunç bir bilgisizlik, ne kadar büyük bir budalalıktır. Kitap ehlinin, müslümanlarla savaşmak söz konusu olduğunda, kafirlerin ve ateistlerin safında yer aldıklarını bile bile, böylesi bir zanna nasıl kapılabiliriz?
Her çağda olduğu gibi bu çağda da aramızdaki saf kişiler söz konusu uyarıcı gerçekleri kavrayamıyorlar. Kur'an'ın buyruklarını, yaşanan tarihî olayları tümden unutarak, kitap ehliyle -hepimiz dine inanıyoruz diyerek- elele tutup materyalizme ve ateizme karşı birlikte mücadele verebileceğimizi ileri sürüyorlar.
Oysa kâfir olan müşrikleri göstererek "Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur" diyenler
[33]
kitap ehlinin ta kendileriydi. Medine’deki müşrikleri destekleyip müslümanlara karşı kışkırtanlar, kitap ehlinin ta kendileriydi. Yine ikiyüz yıl süren haçlı savaşlarıyla müslümanlara saldıranlar kitap ehlinin ta kendileriydi. Endülüs'te yaşanan korkunç trajedinin sorumluları onlar değil midir? Ateistlerin ve materyalistlerin de yardımını alarak, Filistin'deki Müslüman Arapları perişan edenler, onların yurdunu yahudilere verenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir? Habeşistan, Somali, Eritre ve Cezayir'de kısacası her yerde müslümanların perişan olmalarının nedeni onlar değil midir? Yugoslavya, Çin, Türkistan ve Hindistan'da, kısacası her yerde, ateistlerle, materyalistlerle ve paganistlerle işbirliği yaparak müslümanların başına binbir çorap örenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir?
Tüm bunlara karşın bugün aramızdan kimileri kalkıp, -Kur'an'daki kesin buyrukların tamamen tersine- müslümanlarla kitap ehli arasında dostluk ve işbirliğinin mümkün olabileceğini ileri sürüyor! Neymiş! Böylece materyalizme ve ateizme karşı dini korumuş olacakmışız!
Bunları söyleyenler, Kur'an'ı okumamış olmalıdırlar. Okuduysalar bile, İslâm'ın özündeki hoşgörü çağrısını, Kur'an'ın yasaklamakta olduğu dostluğa çağrı biçiminde yanlış anlamış olmalıdırlar.
Bu tür kimseler İslâm'ın Allah katında kabul görecek tek inanç olduğunu kavrayamamışlardır. İslâm'ın, yeryüzünde yeni bir yapılanmayı hedefleyen, dün olduğu gibi, bugün de kitap ehlinin düşmanlıklarına ve saldırılarına göğüs gerilmesini sağlayacak olan, yapıcı bir hareket niteliği taşıdığını anlayamamışlardır. Kur'an'da kitap ehline karşı takınılması istenen tutum, kesinlikle değiştirilemez. Çünkü bu son derece doğal ve alternatifi olmayan bir tutumdur.
Biz, Kur'an'ın buyruklarını yanlış anlamış ve kavrayamamış ve söz konusu kimseleri bir kenara bırakıp, Kur'an'a kulak verelim:
"Ey müminler! Yahudileri ve hırıstiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez."
Bu çağrı Medine'deki İslam toplumuna yöneliktir. Ama aynı zamanda bu, yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun, kıyamete dek gelip geçecek olan tüm müslümanlara yönelik bir çağrıdır. "Ey müminler!" hitabının muhatabı durumunda olan herkese yönelik bir çağrıdır.
Yeri gelmişken bu çağrının "iman eden kimseler"e yönelik oluşunun nedenine de değinelim. Bu ayet indiği sırada, Medine'deki kimi müslümanlar ile kitap ehline -özellikle de yahudilere- mensup kimi insanlar arasındaki ilişkiler bütünüyle kopmuş değildi. Bu iki kesim arasında, birtakım dostluk ve dayanışma ilişkileri, kimi ekonomik ve karşılıklı ilişkiler, kimi de komşuluk ve arkadaşlık ilişkileri söz konusuydu. Medine'de Araplar ile özellikle yahudiler arasında bu tür ilişkilerin bulunması, kentin İslâm öncesindeki tarihsel, ekonomik ve sosyal durumu göz önüne alınacak olursa son derece doğaldı. Bu durum, yahudilerin İslâm'a ve müslümanlara karşı komplolar hazırlayabilmelerini kolaylaştırıyordu. Onların hazırladıkları bu komploların her biri Kur'an'daki birçok ayette ortaya konulup sıralandığı gibi, buradaki ayetlerde de bunlardan bir bölümü dile getirilmektedir.
Kur'an, yaşamda yeni bir düzeni gerçekleştirebilmek için inancı uğruna vereceği mücadelede müslümana gerekli bilinci kazandırmak, müslümanlar ile İslâm toplumundan olmayan, İslâm sancağının altında toplanmayan diğer insanlar arasında kesinkes bir ayrım gözetmeyi müslümanın benliğine yerleştirmek üzere indirilmiştir.
Buradaki ayrım gözetme, insanlara karşı hoşgörülü davranmayı engellemek anlamında değildir. Hoşgörü, müslümanın sürekli sahip olacağı bir niteliktir.
Buradaki ayrım gözetme meselesi, dostluk bağlamındadır. Müslümanın yüreğindeki dostluk duygusu, Allah'a, peygamberine ve müminlere tahsis edilmiştir. Sözünü ettiğimiz bilinci kazanmak ve istenilen ayrımı gözetmek meselesi, her yerde ve her kuşaktaki müslüman için mutlak bir gerekliliktir.
"Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez."
Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. Bu, çağlar üstü bir gerçektir. Çünkü bu, eşyanın doğasından kaynaklanan bir gerçektir. Onlar, hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmayacaklardır. Nitekim geride kalan bunca yüzyıllarda, Allah'ın bu şaşmaz sözündeki doğruluğu perçinlemiştir.
Onlar Medine'de peygamberimiz ve müslümanlara karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostlarıydılar. Bu noktada, tarih boyunca da birbirlerinin dostları oldular. Bu kural, tarih boyunca bir kez de olsa delinmemiştir. Yeryüzünde meydana gelen olayların tümü, Kur'an'ı Kerim'in tek bir olay değil, sürekli bir nitelik biçiminde ortaya koyduğu tespitler doğrultusundadır.
Ayette, "Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" biçiminde bir isim cümlesi kullanılması, sadece bir ifade tarzı olarak görülmemelidir. İsim cümlesi kullanılmasının nedeni, ayetin değişmez ve sürekli bir niteliği vurguladığını belirtmek içindir.
Bu temel gerçeğin ardından, bunun sonuçları anlatılıyor... Yahudiler ve hıristiyanlar birbirlerinin dostları olduklarına göre, ancak kendilerinden olan bir kimseyi dost edinirler. Müslümanların safları arasındaki bir kimse yahudi ve hristiyanları dost edindiğinde, müslümanların safını bırakmış, kendini "İslâm" niteliğinden soyutlamış ve karşıt safa katılmış demektir. Böylesi bir davranışın, gerçek ve doğal sonucu da budur:
"Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur."
O bu tutumuyla kendine, Allah'ın dinine ve müslüman topluma zulmetmiştir. Bu zulümden ötürü de Allah onu, kendisine dost bildiği yahudiler ve hristiyanlar kategorisine sokmuştur. Allah onu, artık doğru yola iletmeyecek, yeniden müslümanların safına döndürmeyecektir:
"Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez."
Bu Medine'deki İslâm toplumuna sert bir uyarıydı. Ancak, abartılı bir uyarı değildi. Sert bir uyarıydı. Ancak bütünüyle gerçeği dile getiren bir uyarıydı. Müslümanın, hem -birbirlerinin dostları olan- yahudiler ve hıristiyanlarla dostluk kurması, hem de müslüman ve mümin kalabilmesi, ayrıca -sadece Allah'ı, peygamberi ve müminleri dost bilen- müslümanlar safındaki yerini kaybetmemesi mümkün değildir... Bu mesele tam bir yol ayrımıdır...
Müslüman, kendisi ile İslâmî sistem dışında başka bir sistem benimsemiş insanlar ya da kendisi ile İslâm sancağı dışında başka bir sancak taşıyan insanlar arasında tam bir ayrım gözetme noktasında gevşeklik gösteremez. Bunu yaptığı sürece, her şeyden önce yeryüzünde diğer tüm sistemlerden farklı, eşsiz ve gerçekçi bir sistemi yerleştirmeyi amaçlamış ve de diğer tüm görüşlerden, farklı, eşsiz bir anlayışı temel almış olan görkemli İslâmî hareket adına, kayda değer hiçbir eylem ortaya koyamaz...
Müslüman, hiçbir kuşkuya, en küçük bir tereddüde yer kalmayacak biçimde şunları kesinkes ve mutlak surette kafasına yerleştirmek durumundadır:
Allah'ın, Hz. Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) peygamber olarak gönderdikten sonra, insanlar için kabul edeceği tek din İslâm'dır.
Allah'ın yaşamınızı kendisine göre belirlememizi istediği İslâm sistemi, eşsiz bir sistemdir.
Diğer sistemlerin hiçbiri onunla eş düzey değildir. Başka bir sistemi alıp, onsuz yapabilmek mümkün değildir. Onun yerine, başka bir sistemi ikame etmek ihtimal değildir.
İnsanlığın yaşamı, sadece ve sadece İslâm'ın sistemi üzerine oturtulmadıkça, bir türlü düzelmeyecek ve kesinlikle yola girmeyecektir.
Müslüman tüm çabasını, gerek öğretisel, gerek sosyal açılardan, kısacası tüm yönleriyle İslâm sistemini yerleştirebilmek için harcamadıkça, Allah katında, affedilmeyecek, bağışlanmayacak ve kabul görmeyecektir. Müslüman, bu uğurda çaba harcama konusunda hiçbir gevşeklik göstermemelidir.
En ufak bir noktada bile olsa Allah'ın sistemi dışında hiçbir alternatif kabul etmemelidir. Ne inanç esasları, ne sosyal düzen, ne de yaşamaya ilişkin hükümler konusunda -Allah'ın kitap ehlinin bizden önceki şeriatlarından bizler için de geçerli olmasını uygun gördüğü hükümler hariç- İslâm sistemi ile diğer sistemleri birbirine karıştırmamalıdır.
Müslümanın tüm bunları kesinkes ve mutlak biçimde kafasına yerleştirmesi, sonuçta her türlü amansız engellere, ağır yükümlülüklere, ısrarlı bir direnişe, hazırlanan komplolara, çoğu kez dayanılmaz bir noktaya varacak binbir acıya karşı onu, Allah'ın insanlara uygun gördüğü sistemi gerçekleştirmek üzere gereken hazırlıkları yapmak için harekete geçmeye itecektir.
Ayetlerde, gerek şirk koşanların paganizmi, gerek kitap ehlinin sapkınlığı, gerekse apaçık ateizm biçiminde olsun cahiliyyenin, yeryüzünde halen varlığını koruyan türlerinden herhangi birine mensup olan kimselerden hiç birinin gereksinim duymayacağı bir meseleden söz edilmesinin anlamı ne olabilir ki? Yine, İslâm sistemi ile kitap ehlinin ya da daha başka grupların sistemleri arasındaki farklar eğer gerçekten fazla değilse ve de müslüman söz konusu kesimlerle barış ve uzlaşma yoluyla belirli noktalarda anlaşmaya varabilecekse, İslâm'ın sistemini yerleştirmek için didinmekten söz etmenin ne anlamı olabilir ki?
Semavi dinlere mensup insanlar arasında yakınlaşma ve hoşgörü adına, Kur'an'ın belirlediği üzere, onlarla ilişkilerin bütünüyle kesilmesi ilkesini yumuşatıp sulandırmaya kalkışanlar, dinlerin anlamını kavrayamadıkları gibi, hoşgörünün anlamını da bilmemektedirler.
Zira Allah katında nihaî din sadece İslâm'dır. Kitap ehline karşı hoşgörülü davranmak, inanç sistemi ve sosyal düzen bağlamlarında değil, sadece günlük insanî ilişkiler bağlamındadır.
İslâm, müslümanı, tüm insanlarla ilişkisini inanç temeli üzerine oturtmakla yükümlü kılmıştır. Müslüman gerek düşüncesinde gerekse pratikte, dostunu ve düşmanını inanç esasına göre belirlemek durumundadır. Dolayısıyla müslüman ile müslüman olmayan bir kimse arasında herhangi bir dostluk yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü bu iki kimsenin, inanç bazında yardımlaşabilmeleri olası değildir. Bu iki insanın, -kimi ahmakların ve Kur'an'ı okumayanların ileri sürdükleri alternatifin tam tersine- ateistlere karşı bile işbirliğine gidebilecekleri düşünülemez. Bu iki insan arasında, ortak inanç esasları bulunmadığına göre, böylesi bir işbirliğinin gerçekleşebileceği nasıl düşünülebilir?
Kur'an'ı okumamış, İslâm gerçeğini kavrayamamış bazı insanlar ve kimi kandırılmış saf insanlar, şu türden düşünceler üretiyorlar: "Din, dindir. Yani tüm dinler aynı kefededir. Dinsizlik de, hangi ad altında olursa olsun dinsizliktir. Öyleyse dindarlar dinsizliğe karşı birlikte mücadele verebilirler. Çünkü ateizm, tüm dinleri reddetmekte ve tüm dindarlara savaş açmış bulunmaktadır!"
Oysa İslâm düşüncesine ve de İslâm gerçeğini özümsemiş bir müslümanın düşüncesine göre, kazın ayağı hiç de böyle değildir. Bir kimse, İslâm'ı inanç olarak benimsemedikçe ve İslâm düzenini kurmak için bu inanç doğrultusunda çabalamadıkça, İslâm'ın özünü kavrayamaz.”
[34]
Sözün özü odur ki din, sadece İslâm'dır. Ondan başka hak din ve onun sunduğu bir sistem ve yaşama biçimi yoktur. Çünkü Allah’ın ayetleri gayet açıktır:
"Allah katında geçerli olan din İslâm'dır."
[35]
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez."
[36]
“Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”
[37]
“Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”
[38]
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkârcılığa sevkederler. Size Allah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Resûlü de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Her kim Allah'a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir.”
[39]
“Kendilerine Kitap'tan nasip verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar! Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.”
[40]
İşte İslam budur.
İşte Müslümanın tavrı da budur.
Dostluk tamamen inanca bağlanmıştır. Şimdi soralım, ırkçılıkla bu iman nasıl bağdaşır?
Irkçıya göre kendi ırkından olan insan, doğuştan üstün insandır ve birbirlerinin dostudurlar. Aralarında din, iman, sistem beraberliği olsun veya olmasın, farketmez. İşte bu yüzden ırkçılık, dinlerin ümmet anlayışına ters düşer. Bu yüzden de ırkçılar, “ümmetçilik” fikrini lanetle anarak ona düşman olurlar. Sebebi gayet basittir; çünkü ümmetçilik, ırk değil, din ile insanları birbirine bağlar ve sevdirir.
Yukarıda yazmıştık, tekrar hatırlatalım, yaşadığımız hayatta atılan sloganlara bakınız:
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.”
“Kürt’ün Kürt’’ten başka dostu yoktur.”
“Arap’ın Arap’tan başka dostu yoktur.”
Bir de şu ayete bakınız: “Ancak Mü’minler kardeştir.”
[41]
Din ile ırkçılık nasıl da çelişti gördünüz mü?
İşte burada bir tercih söz konusudur; Ya İslam, Kur’an. Ya da ırkçılık.
İkisi bir arada olamaz. Zira zıtların birleşmesi aklen imkânsızdır. Doğuya giderseniz, batıdan uzaklaşırsınız, o kadar.
[1]
En’am 20.
[2]
Bakara 146.
[3]
Kurtubî, age. x,226. Nakleden, Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/582-583. Ayrıca olayın detayları hakkında bakılabilir: M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 1/321-323.
[4]
Nisa: 51-55, İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 225, 226,Taberî, Târîh, c.3, s. 44, İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 2, s. 55, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 94, 95. Nakleden; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 5/20-22.
[5]
Ankebut 46.
[6]
Bakara 2/88-92.
[7]
Maide 5/15-19.
[8]
Bakara 2/94-95.
[9]
Bakara 2/90-91.
[10]
Bakara 2/120.
[11]
Bakara 2/145
[12]
Al-i İmran 64.
[13]
Al-i İmran 100.
[14]
Al-i İmran 19.
[15]
Al-i İmran 100.
[16]
Al-i İmran 100.
[17]
Bakara 109.
[18]
Nisa 89.
[19]
Al-i İmran 69.
[20]
Al-i İmran 72-73.
[21]
Maide 51-52.
[22]
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 1/317.
[23]
Bkz. Komisyon, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, II. 233-235.
[24]
Mâide 5/82.
[25]
İbn Âşûr, Tahrir, VI, 230.
[26]
Bkz. Âl-i İmrân 3/28,118; Nİsâ 4/144.
[27]
Mümtehine 60/8.
[28]
Kur’an Yolu, Komisyon, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/233-235.
[29]
Mümtehine, 60/8
[30]
Bkz Bakara, 2/10. âyetin tefsirine.
[31]
Maide 51-52.
[32]
Enfal Suresi, 72.
[33]
Nisa Suresi 51.
[34]
Fî Zilal’dan alıntımızın uzaması benim de dikkatimi çekti. Ama mesele o kadar güzel sunuluyordu ki, ancak burada kesebildim bu güzellikleri. Okuyucularım lütfen beni anlayışla karşılasınlar.
[35]
Al-i İmran 19.
[36]
Al-i İmran 85. Fî Zilal’dan bu kadar uzun alıntı yapmam benim de dikkatimi çekti. Ama mesele o kadar güzel sunuluyordu ki, bir yerde kesip atamadım bu güzellikleri. Okuyucularım lütfen beni anlayışla karşılasınlar.
[37]
Bakara 120.
[38]
Bakara 109.
[39]
Al-i İmran 100-101.
[40]
Nisa 44-45.
[41]
Hucurat 10.