Bilindiği gibi insanlar bir toplum içinde yaşamak zorundadırlar. Bu ise bir düzeni gerekli kılmaktadır. Bu düzen, toplumdaki bütün unsurların birbirleriyle çatışmadan, ahenkli bir biçimde örgütlenip hareket etmelerini sağlar.
Resûlüllah (sav), peygamber olarak gönderildiği andan itibaren bir devlet kurma yoluna girmiştir. Çabaları sonunda Medine’de devletini kurarak o devletin uyacağı hukuku da ortaya koymuştur.
İslâm hukukunda vakıa olarak devlet benimsenmekle birlikte, bu devletin idare şekli belirtilmemiştir. Devlet yönetiminde İslâm hukuku uygulanacağı için, devletin idari yapısı ne olursa olsun, adâlet sağlanmış olacaktır. İslâm hukuk kitaplarında bu günkü anlamda devlet fikri üzerinde durulmamış; devlet daha çok hilâfet veya imâmet adı altında incelenmiştir. Kur’an ve sünnette devletin tüm unsurlarına rastlamak mümkündür. Buna göre İslâm devleti, İslâm hukukunun esaslarına bağlı kalan bir devlettir. Bu yüzden İslâm devletinin kaynağının ilâhi vahiy olduğu söylenebilir.
Yukarıda yazdıklarımız bir Müslüman olarak bize fıkhın önemini güzel anlatır. Ama iş bu kadar da değildir.
Çünkü hukuk ilmiyle uğraşanlar hep söylerler ki bir milletin hukuku, o milletin dininden, örf, âdet ve geleneklerinden, millî ve manevî değerlerinden, hayat tarzlarından kaynaklanır. Hukukun halk tarafından benimsenmesi ve gönüllü uygulanarak kalıcılığının sağlanması buna bağlıdır.
Hal böyle olunca Müslümanların kanunları da dinlerine, örf, âdet ve geleneklerine, millî ve manevî değerlerine dayandığı takdirde, yani İslam fıkıh ve hukuku olduğu sürece kabul görür, yaşanıp uygulanır, kalıcı olarak toplumun huzur ve rafahını sağlar. Değilse benimsenmez, mecburiyet olmayan yerde gönüllü uygulanmaz, toplumun birlik ve dirliğini sağlayamaz. Sonuç terör, anarşi, kaos, kargaşa ve karmaşadır. Harplerin ve darplerin kaynağı da bu hukuksuzluktan başka bir şey değildir.
İslam hukuku, insanların bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek kıvamda bir hukuktur. Laik beşerî hukuk düzenlemeleri bireyin ve toplumun tam olarak ihtiyaçlarını karşılayamamakta, sık sık değişen ihtiyaçlara cevap verememekte, insanları tatmin edememektedir. Elbette Allah yarattığı insanı herkesten iyi bilir ve yönetir. Hayatı huzurla yaşamanın bundan başka yol ve yöntemi yoktur.
Buraya kadar anlatılanlara bakıldığında hukuk sistemleri ikiye ayrıldığını görürüz: İlâhî hukuk, Beşerî hukuk.
“İslam hukuku” kavramı yeni bir kavramdır. Bizim hukuk tarihimizde bu kavramın karşılığı, konuya girişte ifade ettiğimiz gibi, “Fıkıh”tır. Fıkıh, Ebu Hanife’ye göre, kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir. İmam Şafiî’ye göre ise fıkıh, dinin uygulamalı hükümlerini, belirli delil ve kaynaklardan elde ederek bilmektir.
Nedir bu hak ve vazifelerimizi öğreneceğimiz belirli kaynaklar? Öncelikle Kur’an ve Sünnet. Sonra İcma ve kıyas. Bunlar temel delillerdir. Daha sonra fıkıh usulünde genişçe anlatılan örf ve adetler, istihsan, ıstıslah, evvelkilerin şeriatı gibi bir kısım ayrıntı deliller.
Allah (cc.) insanı yarattı ve onu bu dünyada ve ahirette mutlu kılacak kanunlarını Peygamberler aracılığı ile “İslam Dini” adı altında onlara bildirdi. Bilindiği gibi bu din, insan ile Allah (cc.) arasındaki ilişkileri düzenlediği gibi, insan ile aile ve toplum arasındaki ilişkilerini de düzenler. Buna göre fıkıh ilmi, ibadetler ve görgü kuralları yanında, kamu hukuku, medeni hukuk, borçlar hukuku, ceza hukuku, devletler hukukunu da içine alır.
İşte beşeri hukukla İslam hukuku burada birbirinden ayrılırlar. “Laik hukuk” da diyebileceğimiz beşeri hukuk, ibadet ve görgü kurallarıyla hiç ilgilenmez, onlardan bahsetmez. Buna göre fıkıh, hukuktan daha geniş ve kapsamlıdır.
Birçok milletin ve bu arada tarihte yer almış bazı Türk devletlerinin mevzuatı, yani tatbik edilen hukukları olan fıkıh, ilgili devletlerin içtimaî, siyasî, idarî ve iktisadî müesseseleriyle ilgili kıymetli tarihî bilgileri bünyesinde barındırmaktadır. Bu bakımdan da onun bilinmesinde insanlar için çok büyük yararlar vardır.