Muamelelerde Anlaşmazlıkların Çözümü

Buraya kadar “Din muameledir” hadisinden yola çıkarak bir Müslümanın başkaları ile olan münasebetlerini düzenleyen muameleleri işlemeye çalıştık. Hem insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, hem de insanların eşya ve evren ile olan muamele ve münasebetlerini öğreten dinimizin bu helal ve haram hükümlerini, tavsiyelerini, öğütlerini ve serbest bıraktıklarını gördük.

 

Niçin?

Amel etmek için. Buna göre yaşamak için.

Çünkü bunlar Allah Teâlâ’nın bizi sorumlu kıldığı dinin hükümleridir. Bunları bilme ve yaşamanın imtihanı için varız dünyada. Bunlar bizim Rabbimize olan ibadetimizin, kulluğumuzun, teslimiyetimizin, yani Müslüman oluşumuzun ifadesidir. Rabbimiz bizi başka bir şey için değil, bu dini bilgileri öğrenmek ve o öğrendiklerimizin bizi ilgilendirenleri ile ihlaslı ve samimi bir biçimde amel etmek için yarattı.

Bunu yapanlara olan dünyevi ve uhrevi nimetlerini, saadetlerini ve mükâfatlarını vadetti. Terk edenlere de görecekleri azap ve cezalarını bildirerek tehdit etti.

Bir Müslüman olarak dinimizin bizi ilgilendiren emirlerini öğrenip yerine getirmek borcundayız. Burada bir eksiklik varsa, telafisi bellidir. Derhal şartlarına uygun bir tövbe yapmak ve hataları telafi etmektir. Bu bizimle Rabbimiz arasında olan bir meseledir ve çözümü kolaydır, basittir.

Asıl mesele muamelatta olan terkler ve ihmallerdir. Çünkü o zaman işin içine Allah hakkı ile beraber kul hakkı da girer. İnsanlarla, devlet ve toplumla olan ilişkilerimizi düzenleyen muamelatta ihtilaf ve anlaşmazlıkların çözümü tek taraflı değildir. Çözümü de o nispette zordur.

Diyelim bir muamelede taraflar anlaşmazlığa düştüler. Ne yapacaklar?

Gayet basit. Öğrendikleri dinin emirlerine uyarak meseleyi aralarında çözecekler. O bilgileri amel etmek için öğrenmişlerdi değil mi? Öyleyse sorun çözmede ne var? Yeter ki insanlar iyi niyetli olsunlar. Müslümanlardan da iyi niyetten başka ne beklenebilir ki?

Diyelim taraflardan birisi veya ikisi konu hakkında bilgi sahibi değiller. O zaman ne yapacaklar?

Çare yine çok basit!

Muamele ahkâmını bilmeden yaptıkları işten dolayı utanacaklar, hemen cehalet ayıplarını kitabı açarak giderecek ve gereğince amel edeceklerdir. Kitaba bakmalarına rağmen anlamamışlarsa veya kitaptan yerini bulamamışlarsa, hemen bir bilene gidecek, soracak ve cehaletlerini giderecekler, kendilerine verilen bilgi veya fetvaya göre sorunu çözeceklerdir.

Evet, mesele bu kadar basittir.

Bu arada yukarıda anlattığımız “sulh” yoluyla anlaşabilirler de. Fakat asıl sorun şu:

Ya bu bilgilere veya hükümlere, verilmiş doğru fetvalara uymazlarsa?

O zaman “buyurun şeriata” diyerek İslam mahkemesine müracaat edeceklerdir. O mahkemedeki hâkimlerin Kur’an ve sünnete göre verdikleri hükümler ile sorunlarını çözeceklerdir.

Çözüme yanaşmayan, çözümü reddedenin karşısında iki güç vardır: İman ve İslam devlet.

İmanı ona “Müslümansan şeriata razı olmak zorundasın” der. İslam devlet ise yaptırıcı gücünü kullanarak onu yola getirir.

İnsanlar bu dediğimize kulak asar da aralarındaki anlaşmazlıkları iyi niyet ve bilgi ile ya kendi aralarında ya da bir bilen âlimin huzurunda çözerlerse, hiç mahkemeye gitmeden, oralarda uzun uzun sürünmeden gayet kolay, gayet rahat ve huzur içinde çözerler. Hiç üzülmeden, gönül incinmeden sorunlarını hem de masrafsızca hallederler.  Bu hem kendileri için, hem de devlet için ne kadar faydalıdır, takdir edersiniz. Çünkü bu fertler için olduğu kadar toplum için de büyük bir nimettir.

İşte bu zamanın kalabalık mahkeme koridorlarında çekilen çileler, kabaran ve aylarca ertelenen dosyalar, avukat ve mahkeme masrafları, devletin bina ve insan için harcamaları, tatmin olmayan vicdanlar, adliye salonlarında insanlar arasında açılan uçurumlarda barışın, huzurun, bazen de adaletin kayboluşu, hepimizin bildiği ve dert yandığı bir konu değil midir?

Bütün bunları düşünürsek, bir meselenin mahkemeye bile varmadan mahallinde çözülüverişi, bu asrın bilmediği, ama çok muhtaç olduğu bir olay değil midir?

İşte bunları düşünürsek, İslam’ın güzelliği ve başarısı bir kat daha artar ve bizi sevindirir.

Sonra insanların birbirlerini mahkemeye verip şeriata çağırınca hemen gidişleri, aleyhlerine de olsa verilen hükmü kabul edişleri, "Şeriatın kestiği parmak acımaz" deyişleri, haklarında verilen İslam hukukunun hak ve üstünlüğünü, aleyhlerinde olsa bile, peşinen ve gönülden gelen bir rıza ile kabul edişleri de ayrı bir güzelliktir.

Bu güzelliğin altında ne yatıyor?

Allah Teâlâ’nın anlaşmazlıkların Kur’an ve sünnet ile çözüme kavuşturulmasını emreden şu ilk ayeti yürekleri titretiyor: 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ ف۪ي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَأْو۪يلاً

"Ey mü'minler! Allah'a mutlak itaat edin, Peygambere de mutlak itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey de çekişirseniz - Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız- onun hallini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu hayırlı ve netice itibariyle en güzelidir"

[1]

.

Allah’a itaat, “O’nun Kur’ân-ı Kerîm’de ve elçisinin tebliğ mahiyetindeki söz ve davranışlarında ortaya çıkan emir ve iradesine uymak” demektir.

Resûlullah’a itaat, öncelikle tebliğ ettiği Kur’an’a ve sünnete uymaktır. Ancak burada “ve” bağlacı ile yetinilmeyip “İtaat ediniz” emrinin “Resûlullah” için de tekrar edilmesi ona itaatin, “Kur’an’dan ibaret olan vahyin tebliğine uyma”yı aştığını, kaide olarak bütün davranışlarının örnek edinilmesini, bütün buyruklarının yerine getirilmesini içine aldığını göstermektedir.

“Ülü’l-emre itaat” ibaresi ayette “itaat ediniz” emri tekrarlanmadan denilmesi, bunların itaat yükümlülüğü bakımından Allah ve resulü gibi olmadıklarına, emirleri meşrû (Allah ve resulünün tâlimatına uygun) olmadıkça kendilerine itaat edilmeyeceğine işaret etmektedir. “Hiçbir mahlûka, Allah emrine uymadığı takdirde itaat edilemez”, “Ancak mâruf (meşrû) olan emre itaat edilir”, “Allah’a itaatsizlik sayılan emre itaat edilmez”

[2]

meâlindeki hadisler bu kaideyi açıkça ifade etmektedir.

Buna göre müminlerin hayatında ihtilâf konusu olan her şey çözümü Kur’an’dan ve Sünnet’ten alacak, başka bir deyişle çözüm, bu iki kaynağa başvurularak aranacaktır. Hem hâkim (hüküm koyan) hem de mâbud (kendisine ibadet edilen) yalnızca Allah’tır. Allah’a mahsus bulunan bu sıfat ve salâhiyetlerin –aynı mahiyette olmak üzere– bir başka merci veya şahsa tanınması şirk, bu merci ve şahsın Kur’an’daki adı da, 60. âyette zikredildiği üzere tâguttur.

[3]

İkinci ayet, bir Müslüman için ortada cebir, şiddet, zorlama ve zaruret yoksa İslam dışı bir başka kanunu alması ve hayatında uygulamasını haram kılıyor. Mesele bu kadar açık ve nettir.

 

اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ يَزْعُمُونَ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُر۪يدُونَ اَنْ يَتَحَاكَمُٓوا اِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ اُمِرُٓوا اَنْ يَكْفُرُوا بِه۪ۜ وَيُر۪يدُ الشَّيْطَانُ اَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالاً بَع۪يداً

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ تَعَالَوْا اِلٰى مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ وَاِلَى الرَّسُولِ رَاَيْتَ الْمُنَافِق۪ينَ يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُوداً

“Baksana, hem sana indirilen hem de senden önce indirilen kitaplara inandığını iddia eden o münâfıkların yaptıklarına!  Kalkıp azgın şeytanın önünde muhakeme olmak istiyorlar.  Halbuki onlara o şeytanı reddetmeleri emri verilmişti.  Şeytan da onları haktan büsbütün saptırmak ister. Kendilerine "haydi Allah’ın indirdiği Kur'anın hükmüne ve Resûlün hükmüne gelin!" denildiğinde münafıkların senden iyice geri durduklarını görürsün.”

[4]

Bu âyette ise “inandım” dedikleri halde gerçekten inanmayanların (münafıklar) anlaşmazlık çıktığında nasıl hareket ettikleri anlatılıyor ve onların şahsında âdeta bir iman testi yapılıyor. Bir insan mümin olduğu veya mümin göründüğü halde anlaşmazlığı Allah’a ve resulüne götürerek çözmeye razı olmaz da bir başka kişinin veya kurumun kanun ve mahkemesine razı olursa, sorununun çözümünü orda ararsa, bunu mecbur olmadığı, çaresiz kalmadığı halde bilerek, isteyerek ve rızâ göstererek yaparsa, o gerçekte mümin değil, münafıktır.

Bu ayet için birkaç nüzul sebebi rivayet edilmiştir. İbni Abbas'tan şöyle bir rivayeti vardır: Bu ayet münafıklardan bir adam hakkında nazil oldu. Onunla bir Yahudi arasında bir dava vardı. Yahudi:

- "Haydi muhakeme için Muhammed'e gidelim" dedi. Münafık ise

- "Hayır, Ka’b b. el-Eşref'e gidelim" dedi.

Allah Teâlâ Ka'b'a "tağut" adını takmıştır. Buna çok dikkat etmek gerekir.

Her neyse, Yahudi, Resulullah (s.a.)'tan başkasının muhakeme etmesine razı olmadı. Onun ısrarı üzerine münafıkla beraber Rasul-i Ekrem (s.a.)'in hakemliğine başvurdular. Resulullah (s.a.) dava sonunda Yahudi lehine hükmetti. Onun huzurundan çıktıktan sonra münafık Yahudiyi bırakmadı ve:

- "Ömer b. el-Hattab'a gideceğiz" dedi.

Hz. Ömer'in kapısına varınca Yahudi dedi ki:

- Ben ve bu Muhammed'in hakemliğine başvurduk, o da bunun aleyhine hükmetti. Fakat bu razı olmadı, senin hakemliğine gideceğini iddia ederek beni bırakmadı, beraberce sana geldik.

Hz. Ömer münafığa

- “Öyle mi?" diye sorunca o da

- “Evet", dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer

- "Biraz bekleyin, hemen geliyorum" dedi.

İçeri eve girdi, abasının altına kılıcını koydu. Sonra yanlarına geldi ve kılıcı çekerek münafığın boynunu vurup öldürdü ve

- "Allah'ın ve Resulullah'ın hükmüne razı olmayan hakkında ben de işte böyle hükmederim" dedi.

Yahudi oradan kaçtı. Ardından bu ayeti indiren Cebrail (a.s.)

- "Muhakkak Ömer hak ile batıl arasını tefrik etmiş, ayırmıştır" dedi.

Bundan sonra Hz. Ömer'e de o manaya gelmek üzere "el-Fârûk" adı verildi.

[5]

Bu konuda başka rivayetler de vardır. Onların tamamında ortak olan unsur, mümin olduğu veya mümin göründüğü halde anlaşmazlığı Allah'a ve Resulü'ne götürerek çözmeye razı olmamak, bir başkasını onların yerine koymak ve onun çözümüne rızâ göstermektir.

Üçüncü ayet ise şeriatın emrine itaat edip teslim olmayı iman şartı kılıyor. Eğer bir Müslüman gerçekten Müslüman ise, Allah Teâlâ’nın kanunlarını inanarak, severek ve beğenerek kabul etmek ve onlara, yargıda aleyhlerinde bile olsa içlerinde bir rahatsızlık duymadan kesinlikle itaat etmek zorundadır:

فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجاً مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يماً

“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”

[6]

Bu ayet bize ne diyor?

Gayet açık; gerçek imana sahip bir kişinin iki temel vasfı olmalıdır:

1- Aralarında bir anlaşmazlık çıktığında Resûlullah’ı hakem kılmak, onun hükmüne başvurmak.  

2- Hz. Peygamber bir hüküm verince bunu benimsemek, onun âdil olduğuna inanmak, itiraza kalkışmamak.

Bilmem ki söylemeye gerek var mıdır; bugün Resulullah’ın makamında İslam şeriatı ve mahkemesi vardır. Maksat da onun bedeni değil, getirdiği dinidir, dinine teslimiyettir.

Burada bir noktaya izah getirelim: Ayette de açıklandığı gibi, Allah’ın dininin hükmü demek olan Resûlullah’ın hükmüne başvurmak ve bunu gönülden benimsemek iman alâmeti olmakla beraber, insanların beşeriyet icabı menfaatlerine uygun gördükleri ve istedikleri hükmü elde edememeleri karşısında üzüntü duymaları normaldir. Bu bir küfür veya nifak alâmeti değildir. Yeter ki, verilen hükmün haklı ve âdil olduğuna inansınlar. İşte “şeriatın kestiği parmak acımaz” sözü bunu ifade eder.

Şimdi soralım: Bu ayetler varken, hangi Müslüman İslam kanunlarından başkasına başvurabilir? Veya ona başvurduktan sonra verilen hükme nasıl itiraz edebilir?

[7]

Şimdi de burada asr-ı saadette bu ayetlerin inişine sebep olan bir olayı anlatalım. Bu olayı birçok tefsir ve hadis kitaplarında bulabileceğimiz gibi Kurtubi Tefsirinin 5. cildinin 266. sahifesinde ve Sahih-i Buhârî muhtasarı Tecrid-i Sarihin Terceme ve Şerhi"nin 7. cildinin 220. sahifesinde de görüyoruz. Olay şöyledir:

"Hz. Zübeyr

 Efendimizle bir Ensarlı sahabi efendimiz, "bahçe sulama" meselesinde anlaşmazlığa düşerek Hz. Peygamberimizin muhakemesine gelirler. Çünkü Kur'an  müslümanlara az yukarıda yazdığımız ayet ile kesin bir şeriata itaat ve teslimiyet emri vermektedir. Evet, Rasulullah Efendimiz , meseleyi dinleyince, Hz. Zübeyr'e;

- Bahçeni sula, sonra suyu çok bekletmeden komşunun bahçesine salıver, der.

Kurtubi’nin izahına göre efendimiz burada sulhu gözetmiş ve bahçesi suya daha yakın olduğundan öncelikle Zübeyr’e "sen sula" demiş ama ona da "hemen komşuna gönder" demekle haklı olmasına rağmen müsamaha ve kolaylık gözeterek acele etmesini, hurma bahçelerini sulamada adet olduğu gibi arkları şişire şişire sulamamasını tavsiye ve teşvik etmiştir. Fakat hasmı bunu işitince razı olmamış ve kızarak kendisine yakışmayan, çok tehlikeli bir sözü söyleyivermiş:

-Zübeyir halanın oğlu olduğu için mi Ya Resulallah?

Fesübhanellah!

Bu çirkin cevap karşısında efendimizin rengi atmış ve ona kızarak Zübeyir’e dönüp:

- Ya Zübeyir, bahçeni iyice sula, sonra suyu hapset, hurma ağaçlarının köklerine erişmedikçe bırakma. Su hakkından tamamıyla istifade et, buyurdu. Yani hakkını sonuna kadar kullanmadan suyu salıverme demek istedi.

Bu olay üzerine hemen şu ayetler inmiştir:

Kurtubi

, "Allah'ın  kanunuyla hüküm veren bir hâkime razı olmayan ve o konuda onu reddedip taşlayan insan, mürtet, yani kâfir olur ve derhal tövbesi istenir. Amma hükmü değil de sadece hâkimin kendi şahsını taşlarsa ona tazir cezası gerekir" diyor.

[8]

Adını kesin olarak bilemediğimiz bu sahabenin kalbindeki imanı Resulullah (sav) çok iyi bildiğinden ve bir rivayette Ehl-i Bedir’den olduğundan dolayı onu tekfir etmemiştir. Ama şüphesiz bu davranış, yani hükmünden dolayı Hz. Resulullah'ı itham ediş, İmam Nevevi'nin ulemadan kesin nakline göre, ondan sonrakiler için "riddet", yani “dinden dönüş, kâfir oluş” kabul edilmiştir."

[9]

Bu olaylarda ve ayetlerde “buyurun Allah Teâlâ’nın şeriatına”  dendiği zaman cevap olarak “devlet var, mahkeme var. Hangi devirde yaşıyoruz?” diyebilen bu asrın zavallı müslümanlarına çok büyük dersler ve ibretler vardır. Nasıl olur da bir mü'min, şeriata davet edildiği zaman icabet etmez veya şeriatın hükmünü kabul etmez! Olacak şey değil!

Sonuçta kendi aralarında veya bir âlimin huzurunda anlaşmazlıklarını çözemeyen Müslümanların yapacağı tek şey, İslam mahkemesine gitmek ve orada çözüm aramaktır. Başka bir mahkemeyi mecbur kalmadan aklına bile getiremez Müslüman.

Evet, şuurlu Müslümanlar bilir ki mesele İslam’ın muhakemesi veya tağutun muhakemesi değildir. Mesele, cennetin mi, yoksa cehennemin mi istendiğidir. Herkes tercihini böyle yapsın ve hangisine gitmek istediğine doğru karar versin.

Sonuçta kendi düşen ağlamaz denmiştir.

 

 

 [1] Nisa: 59

 

[2]

Buhârî, “Ahkâm”, 4, “Megazî”, 59; Müslim, “İmâre”, 39.

[3]

Bkz. Kur’an Yolu Tefsiri.

[4]

Nisa 60-61.

[5]

Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Adiyy, Taberî, Dârimî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.  Ayrıca bkz. Şevkânî, 1/ 544; Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/111-114.

[6]

Nisa 65.

[7]

Bu konularda geniş bilgi için “İnançta Arınma” ve “Sistem ve Şeriat” kitaplarımıza bakılabilir.

[8]

Kurtubi a.g.e. 5/267.

[9]

Zebidi. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi. Diyanet Yay. 7/223.