Diyalog Nedir?
Diyalog şu bizim Fransızca’dan alıp kullandığımız kadarıyla “bir konuda karşılıklı konuşma, anlaşma ve uyum sağlama veya en azından bu yolda çalışma, çabalama” değil midir?
“Evet” ise bunun nesi tartışılıyor?
İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırmış, bu anlaşma işi başka nasıl olacak ki?
Bizim derdimiz davamız da zaten bu değil mi?
Allah dil dediğimiz organımızı ve onunla seslere mana verdiğimiz lisanımızı niçin yarattı?
İnsanın “beyanı” olmasa, sesleri “müphem” kalırdı. Müphem Arapça bir kelime. Ne demek? İyice belli olmayan, açık seçik anlaşılmayan, âşikâr olmayan demektir. Yani belirsiz, örtülü, gizli. İşte sözleri böyle olana Arapçada “behime” derler. Çoğulu “behaim” gelir. Onun için de sözlüğe bakarsak, karşılığında “Hayvan, Hayvanlar” yazdığını görürüz. anlamında,. Eğitilmemiş nefs, “behimi istek ve arzuları sebebiyle tasavvufta bu yönüyle “hayvanidir” Nefsin o yöndeki istekleri, “behimî” olarak vasfedilir.
Bilindiği gibi dil, yani konuşabilme ve meramını ifade edebilme, Kur’an-ı Kerim’de geçtiği gibi “beyan”,
[1]
Allah Teâlâ’nın insana verdiği büyük bir nimettir. Bu dillerin çok farklı oluşu da yine kutsal kitabımızda “Allah Teâlâ’nın âyetlerinden, yani varlığını, birliğini, gücünü, kudretini gösteren alamet ve işaretlerden sayılmıştır.
İnsanlar “bir erkek ve bir dişi”den yaratılmışlardır,
[2]
bu açıdan asılları birdir, kimsenin kimseye doğuştan gelen üstünlüğü yoktur. Bu açıdan bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Üstünlük, maneviyata göre, yani yaratıcıyı bilme ve severek kulluk etme seviyesine göre değerlendirilmiştir.
Bu “bir erkek ve bir dişi”den yaratılmış insanların dilleri de birdi herhalde o zaman. İşte böyle asılları bir olan bu insanlar, tek bir dili konuşuyorlarken, zaman geçince soylara, boylara, kavimlere, ırklara bölünmüşlerdir. O zaman ayrı ayrı diller de çıkmıştır muhakkak ortaya. Bundan daha tabii ne olabilir?
Peki niçin böyle olmuştur? Kavga etmek, gürültü çıkarmak, kan dökmek için mi?
Elbette hayır! Bilakis tanışmak, bilişmek, kaynaşmak, birbirlerinden yararlanmak için soylara, boylara, kavimlere bölünmüştür.
[3]
Her kavmin bir dili vardır ve geçmişte her peygamber kendi kavmine kendi diliyle gönderilmiştir. Neden? Açıkladıkları iyi anlaşılsın diye, o kadar.
[4]
Bunun tek istisnası son peygamberdir ve istisna sebebi de onun bütün dünyaya evrensel olarak gönderilmesi ve bu arada insanlığın gösterdiği tekamüldür.
Evet, Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’deki beyanına bakarsak O, son peygamberden önceki her peygamberi sadece kendi kavmine, üstelik kendi kavminin diliyle peygamber olarak göndermiştir. Peygamber gönderip de İslam’ı bildirmediği kavimlere azap etmeyeceğini de açıkça ifade etmiştir.
Niçin kendi diliyle?
Derdini, yani dinini anlatabilmek, İslam’a davet edebilmek, bu konuda konuşarak anlaşabilmek, uzlaşabilmek için.
Yani bir başka ifade ile “diyalog” için değil mi?
Diyalog olmadan davet olur mu?
İslam’a Davet Vazifesi
Bilindiği gibi son Peygamber, Hz. Muhammed Efendimizdir (sav). Ona inen son kitap da Kur’an’dır. Bundan sonra artık ne peygamber gelecektir, ne de kitap. Gelmesine gerek de yoktur. Niye gelsin ki? Peygamberin gelişinden maksat, Allah Teâlâ’nın kelamını insanlara iletmek değil midir? Öyleyse gördük ki Kur’an-ı Kerîm’in, bir harfi bile değiştirilmeden zamanımıza kadar korunmuştur. Bunun kıyamete kadar devam edeceğine Rabbimiz garanti veriyor.
Geriye bir iş kalıyor. O da bu kelamın insanlara duyurulması, anlatılması ve yaşanır kılınması.
Bunun için de yeni bir peygambere gerek yoktur. Zira Resulullah (sav) Efendimiz bunu en güzel biçimde ümmetine öğretti. Yani Kur’an-ı Kerîm’in tebliği kadar tebyinini de, yani açıklamasını da, uygulamasını da öğretti. Hiç şüphesiz o (sav) devlet yönetiminden yatağa girişe kadar asıl veya ayrıntı her işi öğretti ümmetine. Bunlar yazıya geçti, kitaplaştı.
Artık bundan sonra “Hak” deyince aklımıza gelen Allah (azze ve celle) ve Allah’ın biricik dini İslam’dır. İslam’ın her emri ve isteği de bu anlamda haktır, hakikattir, yani yalandan, yanlıştan uzak bir gerçektir. Doğrudur, adildir, geçerlidir ve faydalıdır.
Bunu bilmek kadar önemli bir mesele de bu dini insanın yaşadığı her yere ulaştırma ve sunma meselesidir. Buna davet, tebliğ, irşat ve cihat diyoruz. Bu görev Sevgili Peygamberimiz adına artık ümmetine düşmektedir. Aralarından bu işi yapabilecek bilgi ve erdem birikimine sahip insanlar yetiştirmek ve onlara maddî manevi destek vererek dini yaymak, bu hayırlı ümmetin bir vazifesidir.
Bu davetçilerin gittikleri yerde barış ve huzurlu bir ortam bulmaları ve bu şartlarda dini tebliğ etmeleri önemlidir. Bu, faydayı ve başarıyı artıracaktır. İslam tarihinde Hudeybiye barış anlaşması bunun en güzel örneğidir. Bu yüzden Müslümanların güçlü olarak hem kendi içlerinde, hem de bütün yeryüzünde barışı ve huzuru korumaları, bunun için çaba ve gayret sarf etmeleri gerekir. Bundan sonrası artık ümmetin görevidir. Bu ümmetin alimleri, Sevgili Peygamberimizin ifadesiyle (sav) “Benî İsrail’in nebileri gibidir.” Onların içinden bir alimler topluluğu çıkacak, hem icabet, hem de davet kısmıyla bütün Ümmet-i Muhammed’e, yani tüm insanlığa bunu öğreteceklerdir:
“İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”
[5]
Bunlar ümmetin yetiştirdiği alimlerdir. Bunlar aynı zamanda bu dinin davetçileri, tebliğcileridir. Bunlar içimizden, iyiliğe, dünya ve âhiret için en hayırlı olana, İslâm’a, Kur’ân’a, Kur’an ilkeleriyle yaşamaya davet ederler. Bunun bir başka sebebi daha var. O yüzden de sorulabilir: Neden dolayı en hayırlı ve faziletli ümmettir bu ümmettir? Niçin üstündür? Neresi örnektir? Hangi sebepten ötürü idealdir?
Bu Ümmet-i Muhammed’in fazilet ve üstünlüğü, bütün insanları İslam’a davet etme, tebliğ ve irşat için çabalama, onlara nasihat etme çalışmalarından da kaynaklanmaktadır. Bunun için şu ayete bakmamız yeterlidir sanırım:
“Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlemeye çalışırsınız, çünkü Allah’a inanırsınız. Ehl-i Kitap da bu inanca gelseydi, elbette kendileri için iyi olurdu. İçlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır.”
[6]
İnsanlar çoğu kez kendi kıymetlerini bilemeyebilirler. Belki ümmetler de öyledir. İşte bu gerçeğe binaen Allah Teâlâ bu ümmete değerini bildiriyor: “Siz insanlar için çıkarılmış en bayırlı ümmetsiniz.”
İnsanları Allah Teâlâ’ya davet, yani O’nu tanıtmak ve sevdirmek, kulluk ederek rızasını kazanır hale getirmek, Allah Teâlâ’nın en sevdiği ve bunları yapanlara değer verdiği bir iştir, eylemdir. Genellikle İslam’ı tanımayanlara karşı yapılan bu tür eylemlere “davet ve tebliğ” diyoruz. Bir de Müslümanlara yönelik çabalar vardır İslam’ı öğretmek ve yaşatmak adına. Ona da daha çok “irşat, va’z ve nasihat” diyoruz. Her iki vazife de birbirinden değerlidir. Hem biri diğerinden müstağni kılmaz, hem de biri diğerinin yerine geçmez.
Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde “Din nasihattır” buyurmuşlardır
[7]
. Nasihattan gaye, herhangi bir menfaat gözetilmeden Allah ve Rasûlünün rızası için yapılmasıdır. Yani onunla Allah ve Rasûlü'nün insanlara anlatılıp sevdirilmesi gerektiği, ayrıca, idareciler dahil, herkese nasihatta bulunulabileceği, bulunulması gerektiği ifade edilir. Bir Müslüman olarak bizim davamız İslam’dır. İslam dinini her halükarda tebliğdir. Başarı Allah’tandır, verirse şımarmadan şükredilir. Vermezse de ye’se düşmeden sabredilir. Başından beri olduğu gibi buradan ötede de kendisine düşen vazife, iyi bir organize ile Allah için çalışmaya devam etmektir. Burada mühim olan davetin cebir ve şiddetten uzak, açık ve anlaşılır olmasıdır. Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ediştir. Bir davanın halk desteğine eriştikten sonra onun devlete dönüşmemesi mümkün değildir. Kendini değiştiren bir milleti Allah da değiştirecektir.
Diyalog Niçin Olmalıdır?
Madem “diyalog” denilen şey, “bir konuda karşılıklı konuşma, anlaşma ve uyum sağlama veya en azından bu yolda çalışma, çabalama” ise, madem ümmetin davası da İslam dinini bütün yeryüzünde yaşayan insanlara ulaştırma, tebliğ etme ve onları dine davet etme ise, aynen yukarıdaki gibi tekrar soralım:
- Bunun nesi tartışılıyor? Peki ama kavga neden? Diyorlar ki:
- Bu “diyalogcu” dediğimiz kimseler İslam’ı tebliğ ederken İslam’a ihanet ediyorlar.
- Nasıl yani?
- İslam’ı olduğu gibi anlatmıyor, onu tağyir ve tahrif ediyorlar. Yani değiştirip bozuyorlar.
- Olur mu öyle şey?
- Hah, işte biz de aynen öyle diyoruz: “Olmaz öyle şey!”
- Nasıl yapıyorlar bunu?
- Din sanki babalarının malıdır. Yahudi ve Hıristiyanları gücendirmemek için, onlara yağcılık ve dalkavukluk yapmak için, hakikati gizliyor, onun zıddını söylüyorlar.
- Nasıl yani?
- Bunlar, “Yahudilik ve Hıristiyanlık da bir hak dindir. Onlar da birer Semavî dindir. Onlar da ilahîdir. Kökü Hz. İbrahim’e dayanır. Onlara inananlar da öldüklerinde cennete giderler” diyorlar. Dahası, bu konudaki İslam’ın esaslarını gizliyorlar. Bu gizleme geçici bir zaman için, yani bir tertip, bir aşama için, vaktinin gelmesini bekleme için olsa hadi neyse. Ama bunlar, o esasları söylemekten utanıyorlar, onların üstünü bilerek ve ebediyyen örtüyorlar. Kendi dinlerinden utanıyorlar demek olmaz mı bu?
- Olur mu öyle şey?!
- Ne güzel bir soru! İşte biz de “olmaz öyle şey” diyoruz. Kavga bu yüzden kopuyor.
Evet, diyaloğa karşı çıkanlar açıkça şunu söylüyorlar: “Son yıllarda gündeme getirilen, “Diyalog ve Hoşgörü” başka manada ele alınmaktadır. Hoşgörüden ziyade, üç dinin belli bir eksen etrafında toplanması, bir nevi dinlerin birleştirilmesi şeklinde algılanmaya başlandı. Bu, İslâm dinine, 14 asırlık tatbikata uymayan, işte bu anlayış şeklidir. Yoksa bildiğimiz klasik manada hoşgörüye hiçbir Müslüman karşı çıkmaz.
İşin başka garip bir yönü de şudur: Bugün bu üç din mensuplarının kendi dinlerinden başka dinleri reddettikleri bir gerçektir. Kabul etselerdi zaten o dinde olurlardı. Yani her din mensubuna göre, kendi dini doğru diğerleri batıldır, yanlıştır. Yani başka hak din yoktur. Batıl olan, peşinen reddettiğiniz bir şeyle nasıl diyalog yapılacaksınız? Onu kabul ederseniz zaten kendi dininizi inkar etmiş oluyorsunuz.
Buradan şu çıkıyor, diyalog dinler arası değil, ancak din mensupları arasında yapılabilir. Bu da, çeşitli din mensupları arasındaki, siyasi, ekonomik, sosyal boyutlu ilişkilerdir. Bu tür diyaloglar; dün vardı, bugün de var, yarın da olacak, olması da lazım.”
Sonuçta bu “diyalog” bir projedir. Bu proje ile gayeleri, İslamiyetin içi boşaltılıp, emir ve yasağı olmayan, muamelat ve şeriatı, kanun ve nizamı olmayan felsefi bir sistem haline getirmektir. Bu, sondan bir önceki safhaydı. Bundan sonrası, “Hıristiyanlıştırma” projesidir.
O zaman bu faaliyetlere katılanlar çok yazık ediyorlar kendilerine ve ümmete. Hatta doğru yolu bulup hak dine girme ihtimali olan gayr-i Müslimlere de hem çok yazık, hem de çok büyük ihanet ediyorlar. Çünkü onların Hak dine gelme yolunu kesiyorlardır o zaman. Yol kesen eşkıya oluyorlardır yani.
Tanışmak, rahat konuşabileceğimiz bir tebliğ zemini oluşturmak, Hudeybiye sulhu ortamını sağlayarak barışın bereketinden faydalanmak maksatlı bir diyalog zemini oluşturmak güzeldir, faydalıdır ve bereketlidir. Fakat her işte olduğu gibi bunda da aşırıya giderek, karşıdakine şirin gözükmek için yağcılık ve dalkavukluk yaparak, iman ve şeriat esaslarından bazılarının üstünü örtüp yok saymak, zamanını beklemek değil de, ya hiç konuşmayarak veya yanlış yorumlayarak dinde taviz vermek, hele hele batılı hak göstermek biçimindeki sergilenen diyalog, çok çirkindir. Sırf güçlü kafirleri memnun etmek ve onlara yaslanarak bir iktidar kapmak için Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyeti Hz. İbrahim’in adı ekseninde birleştirerek yeni bir karma din icat etmek, ihnet ötesi bir cinayettir. Bizim “diyalog” meselesinde ana fikrimiz budur.
Yahudiler ve Hıristiyanlar da Müslümanlar gibi hak din sahibi olsalardı ve ölünce cennete gidecek olsalardı, Allah onları niçin Sevgili Peygamberimiz Efendimiz (sav) elçiliği ile onlara muhatap kılardı? Niçin yeniden İslam’a davet ederdi? Hatta niçin İslam’ı gönderirdi? Bu yeni İslam dinine niye Yahudi ve Hıristiyanların davet etsindi? Sevgili Peygamberimiz Efendimiz (sav) niçin Ehl-i Kitab’ı İslam’a davet etsin ve bu uğurda cihat etsindi?
Davete Evet Saptırmaya Hayır
Batılılar İslam ve Müslümanlara karşı peşin hükümlerle büyüyorlar. Bu bir gerçek.
Soru şu:
- Biz bu peşin hükümlerin yok olmasını istemez miyiz? Bu bizim yararımıza olmaz mı? Cevap kolaydır:
- Elbette isteriz, elbette bizim menfaatimizedir.
- Peki, bunun için aramızdan birileri çıkar da çabalarsa, bu tür diyalog çalışmalarına neden karşı çıkarız? İslâm’ın bunca irşat ve tebliğe dair emri varken buna neden karşı çıkalım? Bundan daha abes iş mi olur? Fakat buna rağmen diyalog çalışmalarına karşı çıkanlar var!
- Bu karşı çıkışın gerekçeleri var; yazmıştık. İsterseniz bir daha hatırlatalım:
“Diyalog faaliyetlerinde İslam hakkında eğip bükmeler var, yağcılık ve dalkavukluk adına bazı ilkelerin gizlenmesi veya çarpıtılması var. Batıl dinleri de hak din gibi ve batıl ehlini de hak din ehli gibi cennetlik göstermeler var. Sözü hiç uzatmadan hemen söyleyelim; diyalog faaliyetlerine bu gerekçelerle karşı çıkış haktır, doğrudur.
- Neden?
- Çünkü dinde ve dine davette müdâhane, yani yağcılık ve dalkavukluk haramdır. Üstelik din kimsenin babasının malı değildir ki şirinlik için ekleme veya çıkarma yapsın! Olsa olsa muhataba tebliğ yapılırken mütebessim ve sevgi dolu yumuşak bir dil, (kavl-i leyyin) ile tedricilik ve öncelikler dikkate alınır.
- Peki, kimilerinin yaptığı bu tür yanlışlara düşmeden tebliğ ve irşad adına yapılan diyaloga ne denir?
- Yine sözü hiç uzatmadan hemen söyleyelim; “Allah” denir! “Ne güzel” denir. “Bunu kim yapıyorsa Allah onlardan razı olsun” denir.
Çağın cihadı aslında ilim, sanat ve kültür alanlarındadır. Tebliğ yapacak insanlarımız olan davetçi, mübelliğ ve mürşitlerimizi buna göre yetiştirmeliyiz her halde.
[8]
Neticede “Diyalog denen şey eğer “kavga etmeden karşılıklı konuşmak” ise, iyidir, güzeldir. Ama “batıl dinler ile hak din ve şeriatı eşdeğer görmek veya birleştirmek” ise haramdır, zulümdür, ihanettir, bir Müslüman için mümkün değildir.
Diyalog Asıl Hıristiyanlar İçindir
Diyalog deyince zaten akla öncelikle Hıristiyanlık ve Hıristiyanlar gelir. Çünkü Yahudilik ırka dayalı bir dindir. Bu din başka ırklara kapalıdır. O yüzden onun diyaloğu veya misyonerlik faaliyetleri olmaz.
[9]
Olsa olsa bizler onlara dinimizi anlatmaya çabalarız.
Ama Hıristiyanlık öyle değil. Hz. İsa bir kavme, sadece Benî İsrail’e gönderilmişken, bugün muharref Hıristiyanlık bir dünya dini olmuştur. Hıristiyanlıaştırma faaliyetleri olan misyonerlik her yerde devam etmektedir. Üstelik en büyük rakibi de İslamiyettir. Kendi dindaşlarını İslamiyetten uzak tutmak için onun hakkında çok çirkin itham ve iftiralardan çekinmeden büyük bir önyargı duvarı oluşturmuştur. Onlara göre “İslamiyet kılıç dinidir. Yayılması kılıçla, yani zorlamak ve zorbalıkla olmuştur. Müslümanlar “cihat” diyerek tanrı adına kıtır kıtır adam kesmeyi sevap ve ibadet bilirler. Oysa Hıristiyanlık barış ve kardeşlik dinidir. Hak ve hukuk, özgürlük dinidir.”
Maalesef Hıristiyanlar gibi İslam’ı kendilerine rakip gören veya sömürülerine engel bilen diğer din mensupları da İslam onlara gelmeden kendi insanlarını ona karşı şartlandırmışlardır. Gerek din adamları, gerekse eğitim sistemleri, medyaları, yazar çizerleri, İslam denince halkın zihninde şöyle bir imaj doğması için gayret etmişler ve de maalesef bunda başarılı da olmuşlardır:
İddia şu: “İslam, kılıç zoruyla yayılmış, kaba saba ilkel bir bedevî dinidir. Hatta bir din bile değil, Muhammed’in uydurmasıdır. Başkalarını tanrı adına kesmeyi ibadet bilir. Girdiği her yerde kan dökmüş, terör estirmiştir. Yeryüzü için en büyük felakettir.”
Bu kötü ön yargıların temizlenmesi, bu yanlış bilgilerin düzeltilmesi, bu korkunç ortamın yumuşatılması için, Müslümanların o insanlarla sıcak ve samimi ilişkiler kurması gerekmektedir. Bu da daha çok aralarında kalmak veya uzun boylu yaşamakla olur. Yaşayarak İslamî güzellikleri göstermekle olur.
Biz Müslümanlar batılıların bu olumsuz önyargılarını yıkmak ve İslam anlatıldığında rahatça dinlemek ortam ve durumunu sağlamak için, yani ortamı yumuşatmak ve iyi ilişkiler geliştirmek için, onların aralarına girerek “diyalog” adı altında ortak bazı faaliyetler geliştirebiliriz. Bu fevkalade faydalı bir faaliyettir. Buna onlardan çok bizim ihtiyacımız var ve biz karlı çıkarız inşallah. Ama onların da bir hesabı var olabilir. Olacaktır da. Fakat varsın olsun. Biz doğru dürüst yapılan bir davet anlamında diyalogdan niye korkalım ki? Biz hakkı temsil ettiğimiz için üstünüz ve Allah Teâlâ’nın izniyle diyalogda batıla galip gelir, üstün çıkarız. Kendi dinimize güvenimiz tamdır bizim. Allah Teâlâ da bizim yâr ve yardımcımızdır. Düşünelim bir kere, Sevgili Peygamberimiz (sav) Efendimiz müşrikleri dine davet için kaç kere ayaklarına gitmiştir, hem de onca hakaret ve eziyetlerine, hatta işkencelerine aldırmadan?
Burada önemli olan, yukarıda yazıldığı gibi, imanımızı korumaktır. Doğruları, dinden taviz vermeden anlatmaktır. Anlatma üslubuna gelince, davet, tebliğ, irşat ve hitabetin kendine göre kuralları vardır. Hitabet, iletişim, pazarlama çağımızda üniversitelerde okutulan belli başlı ilim dallarındandır. Onları başka kitaplarımızda çok anlattık. Şimdi burada tekrar anlatmayalım artık.
[10]
İslam alimlerinin nerede ise tamamı Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde kaldıkları sürece “kafir” olacaklarını bildirmiş ve ahirette yerlerinin cehennem olduğunu, asla cennete giremeyeceklerini söylemişlerdir. Ancak bu Yahudi ve Hıristiyanlar, muharref olan batıl dinlerini terkedip, Hz. Muhammed’i (sav) “peygamber” olarak tanır da Allah Teâlâ’nın katından getirdiği Kur’an-ı Kerîm’in tamamına iman edip amel ederlerse, o zaman “Müslüman” olurlar ve her Müslüman gibi Allah Teâlâ’nın lütuf ve keremiyle cennete giderler.
Bu gerçeği onlara anlatırken sözü yumuşak söylemek ve gönül alıcı kelimelerle kalplerini kazanmaya çalışmak başka şey, gerçekleri gizlemek, manayı bozarak hakikati değiştirmek, yağcılık ve dalkavukluk yaparak “aramızda hiç ihtilaf konusu olmadığını” söylemek, çok daha başka şeylerdir.
Böyle yapan sözde müslümanların durumu ile, gerçekleri gizleyerek Sevgili Peygamberimizi “evlatlarını bilir gibi bildikleri halde hasetlerinden bilmez gözüken ve bile bile hakkı ketmederek, gizleyerek halka söylemeyen, böylece ebedî lanete uğrayan Yahudi ve Hıristiyan alimlerinin” farkı nedir?
Buraya kadar yazılanlardan hak dini, batıl dinleri, insanların birbirlerini dinlerine davet etmelerini, hoşgörü içinde karşılıklı iyi geçinmenin gereğini ve iyi bir diyalog için geçerli olan ilke ve ölçüleri yazdık. Şimdi asıl konumuz “dinlerarası diyalog” bölümüne geçebiliriz. Ancak konuya bir giriş mahiyetinde olarak kısa bir özet çıkararak temel ilkelerimizi bir kere daha tespit edelim:
* Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah Teala’nın gönderdiği son peygamber, Kur’an-ı Kerîm, Allah Teala’nın gönderdiği son kitap, İslam Dini de Allah Teala’nın insanlığa gönderdiği ilk ve son, biricik makbul dinidir.
* Sevgili Peygamberimize (sav) indirilen son kutsal kitap, son ilâhî ve semâvî kitap olan Kur’an, daha önceki kitapların temel konularını içerdiğinden, artık onları neshetmiş, yani yürürlükten kaldırmıştır. Bundan sonra Tevrat ve İncil’i ele alarak din ve dünyayı düzenlemek bitmiştir.
* Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sav) indirilen son haliyle İslam, öteden beri bütün peygamberlerin tebliğ ettiği aynı din olarak artık tamamlanmış ve kemale erdirilmiş son şeklidir. Bu haliyle o da daha önceki din ve şeriatları neshetmiş, yani yürürlükten kaldırmıştır.
*Allah Teâla din olarak ancak İslam’dan razıdır. Kim İslam’dan başka bir din edinirse, artık Allah Teâlâ asla ondan bunu kabul etmeyecektir.
* Bu dinin insanlara ulaştırılıp duyurulması, yani “davet” ve “tebliğ” edilmesi, ümmet-i muhammed üzerine farz-ı kifayedir.
* Bunun için de bu ümmet, yeryüzüne dağılıp, nerde bir insan topluluğu yaşıyorsa, onlarla iyi bir “diyalog” içinde, yani tanışma, bilişme, güzel konuşma, ahlaklı ve faziletli iyi ilişkiler kurarak gönül kazanmalar ile onları bu hak din İslam’a davet ve tebliğ vazifesini en güzel şekil ve biçimde muhakkak yapılmalıdır.
* İnsanlarla iyi bir “diyalog” kurarak başarılı iletişimde bulunmak, “davetçi” için çok yararlı ve sevaplıdır. Çünkü kendisi aracılığı ile bir kişinin hidayete ermesi, onun için, “güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasındaki herşeyden” daha hayılılıdır. Yani bu her şeyi Allah yolunda sadaka olarak vermekten, bir kişinin Müslüman olmasına sebep olmak daha sevaplıdır.
* Yahudi ve Hıristiyanların kafasında İslam ile ilgili büyük ve olumsuz önyargılar oluşmuştur. Bunun kırılması İslam ve insanlık adına büyük bir hayırlara vesile olacaktır.
Ancak başkaları ile diyaloğa girip davet yapılırken şunlara dikkat edilmelidir:
* Hidayet Allah’tandır. Onun dilemesi iledir. O dilerse bütün insanlık anında Müslüman olur. Bunun için meşru ve usulüne uygun çalışmak gerekir. “Daha çok insanı Müslümanlaştıracağım” diyerek ğayr-i meşru metotlar, ilişkiler, çalışmalar ve hileler haramdır.
* Davetçinin vazifesi hikmetle ve güzel öğütle, en güzel şekilde İslam’a davet etmektir, o kadar. Başarılı olursa gurur, kibir, kendini beğenme gibi hastalıklara düşüp şımarmamalı, başarısız olursa da ye’se, ümitsizliğe düşüp daveti terk etmemelidir. “Hidayet Allah’tandır” sözünün bir gereği de budur.
* İnsanlar Müslüman olsun diye dini sevimli ve kolay kılmak için aslından bir şeyler çıkarmamalı veya bir şeyler eklememeli, “çağdaş değerler”, “küresel kabuller”, “genel anlayışlar” gibi kaypak ve tuzak dolu kavramlara kanmamalı, dinimizin ilkelerinin değerini yok saymamalı, onlar karşısında asla aşağılık duygusuna kapılmamalıyız. İslam her zaman yüce ve değerlidir.
* Bu ve benzeri sebeplerle gayr-i müslimlere hoşgörünmek için dini değiştirip bozmamalı, yağcılık ve dalkavukluk yaparak dinin bir kısım ahkam ve ahlakını gizlememeli, yok saymamalı, hayattan çıkarmamalıdır.
* Din Allah Teâlâ’nın dini, kullar da Allah Teâlâ’nın kullarıdır. O isteseydi, herkese dinini mecburen kabul ettirirdi. Ama dinde cebir ve şiddet istemedi. İnsanlara akıl ve irade vererek hak dini kendi istekleriyle seçmelerini diledi. Böylece insanı sopayla güdülen hayvan seviyesinden alarak insan seviyesine yüceltti. Öyleyse, Allah Teâlâ’dan daha çok “dinci” ve “davetçi” olmaya kalkışmamalıdır. Davet ve tebliğde meşruiyet sınırları dışına çıkılmamalıdır.
* Şu bir gerçektir ki, “dinlerarası diyalog” çok masum bir kavram ve hareket değildir. Bunun Vatikan’ın bir “Hıristiyanlaştırma Hamlesi” olduğu kesindir. Bu hamleye karşı bizim de bir hamlemiz, mücadele metodumuz, karşı stratejimiz elbette olmalıdır.
Netice itibariyle şunu belirtelim ki biz her türlü iyi ilişkilere açığız. Dün üstünde konuşmaya, bilimsel çalışmalara varız. Hak, hukuk ve erdeme dayalı birlikte yaşamaya hazırız. Fakat bütün bunlar, bize ve dinimize kurulan tuzakların farkında olmamıza ve boşa çıkaracak tedbirleri önceden almamıza mani değildir. Bunun için de gerekeni yaparız.
Diyaloğun Mahiyeti
Diyalog konusunda karşı fikir beyan edenler,
[11]
şunu açıkça söylemektedirler: Bizim gayri müslimler ile beraber yaşamada bir sorunumuz yoktur. Onlara adil, ahlaklı ve hoşgörülü olmamızda da bir sorun yoktur. Sorun bunların ötesinde bambaşka bir olaydır.
“Peki nedir?” diye sorduğunuzda cevapları nettir:
“Diyalog, Müslümanları Hıristiyanlaştırma faaliyetinin ta kendisidir.”
Bu cevap karşısında şaşırıp kalmamak, korkmamak ve ürpermemek mümkün müdür? Korkunç bir “Batılılaşma” cinneti
[12]
yaşamış bizler için elbette bu sözler, dehşete düşürmeye yeter de artar bile. Bu yüzden olaya biraz daha yakından bakalım isterseniz.
İki asra yakın zamandan beri Papalık, Misyonerlik faaliyetleri ile Hıristiyanlığı Ortadoğu’ya yaymaya ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadır. Fakat Afrika ülkeleri gibi, dinden haberi olmayan sadece isimleri Müslüman olan ülkelerde başarı elde etmelerine rağmen, İslamiyetin aslına uygun bir şekilde bilindiği ve yaşandığı, Müslüman ülkelerde istedikleri neticeyi alamadılar. Bunun neticesinde, Misyonerlik faaliyetlerine destek verilmesi için Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü projesi gündeme geldi.
Bu çalışmaları yapan Konsil ilk defa 1962'de bu konuyu görüşmek için toplandı. Daha sonraki toplantılarla da misyonerlik faaliyetinin bir parçası olmak üzere “Diyaloğa” önem verilerek devam ettirilmesi kararlaştırıldı. II. Paul'ün 1991 yılında ilan ettiği Redemptoris Missio (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle diyordu:
“Dinlerarası diyalog, Kilise'nin bütün insanları Kilise'ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.”
1964 yılında 2. Vatikan Konsilinde kurulan 'Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası'nın 1973 yılında, sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossano, Sekreterya'nın yayın organı Bulletin'deki bir yazısında şunu belirtiyordu: "Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil'i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilise'nin bütün faaliyetleri, üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih'in sevgisini ve Mesih'in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog, Kilise'nin İncil'i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır."
Hedef bu olunca ve bu işi ülkemizde üstlenip götürenlerden önde gelen birisi olarak Fethullah Gülen’in Papa’yı ziyaretinde söyledikleri, haliyle dindar insanları dehşete düşürmüştür:
“Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.”
[13]
Nihai hedeflerini de Papa II. Paul'un 2000 yılı mesajında şöyle bildiriyordu:
"Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya'yı Hıristiyanlaştıralım."
Buraya kadar yazılanlardan anlaşıldığı gibi “diyaloğun hedefi” saf veya cahil Müslüman halkı Hıristiyanlaştırmaktır. Daha önce bunun için çalışan misyonerler, Ortadoğu’da büyük bir dirençle karşılaştılar. Bunu kırmak için, bu bölgede yaşayan Müslümanların, dini şuurunun yok edilmesi gerekiyordu. Dinlerarası diyalog ile, Hıristiyanlığın da hak bir din olduğu, korkulacak bir şey olmadığı konusu işlenerek, Müslümanların Hıristiyanlara karşı olan husumetini kırmayı gaye edindiler. Bunu sağlamak için de, "Benim dinim son dindir, diğerleri yanlıştır” inancından vazgeçirmeği prensip edindiler.
Dinlerarası diyaloğun mimarlarından M.Watt, "Modern Dünyada İslam Vahyi" adlı çalışmasında bunu açıkça yazmaktadır. Watt'a göre diyaloğun şartı "Benim dinim son dindir" inancından vazgeçmektir:
“Dinlerin karşılaştırılması, yani üstünlük ve aşağılık açısından herhangi bir değerlendirmeye gitmemektir. Objektif anlamda geçerli olmadığı için gerçek diyalog anlayışı, bu çeşit karşılaştırmalardan vazgeçmeyi icab ettirir. Taraflardan biri "Benim dinim son dindir" derse bu olmaz; çünkü buradaki "son" kelimesi diğer dinlerden üstün olma veya diğer dinleri geçersiz kılma anlamlarına gelir. Bunun için, benim dinim diğerlerinkinden daha üstündür inancının terk edilmesi gerekir."
Halbuki Kur’an-ı kerim, İslamiyetin “son din” olduğunu, diğerlerinin geçersiz olduğundan kabul edilemez olduğunu açıkca bildirmiştir. Dolayısıyla bir Müslüman bunun aksini düşünemez. Böyle düşündüğü, inandığı hatta şüphe ettiği takdirde dinden çıkmış olur. İslamiyetin son din olduğu ayet-i kerimelerde meal şöyle bildirilmiştir:
“Bugün, dininizi kemale erdirdim, ikmal ettim. Size olan nimetlerimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmı seçtim.”
[14]
“Allah indinde hak din ancak İslâmdır.”
[15]
“Kim İslâmdan başka din ararsa, bilsin ki, bulduğu din asla kabul edilmeyecektir.”
[16]
Hıristiyan Batı âlemi, İslamiyeti yok etmek için yaptığı asırlar süren mücadeleden bir netice aldı. Bizim ismini verdiğimiz kitaplarımızda anlattığımız gibi Osmanl Devletini yıktı, hilafet ve şeriatı kaldırdı, ümmeti parçaladı, ayrı devletlere böldü. Ama hala yeniden İslam düşüncesi ile birleşirler korkusu taşımaktadır. Bu yüzden de yeni tedbirler almaktadır.
Bu yeni tedbirlerin başında da “diyalog” gelmektedir amaç şudur: kendileri ile uyumlu, istedikleri tarafa yönlendirebilecekleri, sınırlarını kendilerinin çizdiği yeni bir “İslam”, yeni bir “Müslüman” modeli geliştirmek. “Hoşgörü” “ılımlı” “Light İslam” adını verdikleri bu modelde; devlet ve düzeni, şeriat ve muamelatı, emir ve yasak koyam kanunları olmayan, hayata karışmayan, haftada bir cumaya giden, bayram namazlarını kılan, cenazesi camiden kalkan ve Müslüman mezarlığına gömülen, Müslüman tipi esas alınmaktadır. Bu yolla, dinin dinamik değerleri, emir ve yasakları yok edilerek, ilâhî olmayan tamamen insan düşüncesine dayalı felsefî, ahlakî bir sistem geliştirmek istiyorlar.
İrfan Özfatura’nın, Aytunç Altındağ ile yapılmış ve Türkiye Gazetesi’nde yayınlanmış bir röportajı var. Orada Altındağ diyor ki:
“Misyonerler insanımıza şirin görünmek için çalışmalarına "albenili" isimler takıyorlar. Meselâ "dinlerarası diyalog" gibi. Ben dindarlararası diyalogu, medeniyetler arası diyalogu anlarım, ki zaten 1400 yıldır var. Şimdi birilerinin kalkıp, "Hıristiyanlarla Müslümanlar diyalog yapsınlar" demesi abesle iştigaldir. Gelelim "bahsi geçen" diyalogun kurallarına. Burada kimse bizim fikrimizi sormuyor. Çerçeveyi Vatikan ve Dünya Kiliseler birliği çiziyor. Yani "Bak seninle diyalog kuracağız ancak sen İslâmiyetin tek ve son din olduğunda, Hazret-i Muhammed'in peygamber, Kur’an-ı Kerim'in Allah'ın kitabı olduğunda ısrar etmeyeceksin" diyorlar.
Vatikan yayınladığı Kateşizm kitabında, "Bu diyalogun tek amacı İncil'i tanıtmaktır. Muhatapların ikinci Adem'i (Hazret-i İsa'yı) Tanrı olarak kabul etmek zorundadırlar ki (haşa) Birinci Adem'i de (Hazret-i Adem'i de) yaratan odur" yazıyor.
Eğer bunları kabul edersek, diyalog başlayabilirmiş. Yani adamlar göstere göstere ‘monolog’ yapıyor ve ‘teslimiyet’ istiyorlar. Lâkin ‘Dinlerarası diyalog’ tabiri bazı safların kulağına hoş geliyor.”
[17]
Bu çalışmanın içinde sadece Vatikan değil ABD’de var. Bunu açıkca da ifade ediyorlar. Bununla ilgili bilgi ve haberler o kadar yaygındır ki, yazmaya gerek görmüyoruz.
Aslında dinlerarası diyalogun çağımızda öncülerinin birisi olan Fethullan Gülen’in karanlık yüzü ortaya çıkmıştır. Maalesef bu hain, hem “ılımlı İslam” projesiyle İslam dinini tahrif ve tağyir ederken, hem de Yahudiler ve Hıristiyanları hak dinde göstererek tevhide ihanet etmiştir.
Davet Terkedilemez
Sonuçta davet ve tebliğ başka şeydir, dinlerarası diyalog başka bir şeydir. Birinde farzı kifaye olarak sevap vardır. Diğerinde haram oluş ve azap ve ihanet vardır. Maksat davet ve tebliğ ise, Allah’ın yarattığı kulları İslam’a davet amacıyla yeryüzünde yaşayan bütün insanlarla en iyi insanî ilişkileri kurmalı, hikmet ve güzel öğütle, en güzel ve faydalı metotlarla onları aziz ve kıymetli dinimize davete devam etmeliyiz. Hatta onlar, bizimle diyaloğu kesseler bile, kaba saba davranarak hoşgörüsüz olsalar, ters davranarak terketseler, ilişkileri koparmaya kalksalar bile, hatta ve hatta eziyet ve işkence etseler dahi, “dine davet davasında olur böyle şeyler” diyerek, tarih boyunca tevhit mücadelesini sürdüren peygamberler, sahabiler, havariler, ensarîler, veliler, salihler ve şehitler gibi, hakkı tavsiyeleşmeye –tavâsav bilhakki- ve bu uğurda geleceklere karşı sabrı tavsileşmeye – tavâsav bissabri- devam etmeliyiz, bu fanî dünyada Allah yolunda yürümekten asla vaz geçmemeliyiz.
İnsanlık kaç asırdır hastadır. Derdine derman aramakta ama bulamamaktadır. Zavallı bilmiyor ki, onun derdinin devası, maddî manevî hastalığının şifâsı İslam’dır. Devayı yaratan, derdi de yaratan Allah’tır. Hazık doktor, Resulullahtır(sav). Hasta bakıcılar da alim ve salih Müslümanlardır. Bu yüzden dünya İslam’a muhtaç, İslam da tebliğ edilmeye muhtaçtır. Hatta bugün beşeriyet İslam’ın tebliğine her zamankinden daha çok muhtaçtır. Bütün dünyadan fitne ve fesadın kalkması ve yaşanabilir bir Dar‘ül-islam’a dönüşmesi ancak İslam’ın hakimiyeti ile olabilecektir. Yeter ki hem müslümanlar, hem de bütün bir insanlık, önlerindeki bu büyük nimetin, bu muazzam gücün idrakine varabilsinler.
[4]
“Biz her peygamberi, kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyice açıklasın.” İbrahim, 14/4.
[9]
Ancak Yahudiler bu açığı “Siyonizm” ve “masonluk” ile kapatmaya çalışmışlar ve dünya çapında kurdukları örgütleri ile insanları kendilerine hizmet ettirmişlerdir. Bu da onların dışındaki insanların düşünmesi gereken bir sorundur.
[12]
Konuyla ilgili şu kitaplarımıza bakılabilir: Batılılaşmayla Hesaplaşma, Batılılaşma Cinnetinde Aydınların Karanlığı, Osmanlıdan Cumhuriyete Büyük Kırılma, Laiklik Sorgulaması, Sistem Ve Şeriat.
[13]
F. Gülen’in Papa’ya mektubundan, Zaman,10.2.1998. Gülen’in bu konudaki görüşlerini az sonra ayrı bir başlık altında göreceğiz inşallah.