Neden Karşılar

Neden Karşılar?

 

Gayr-ı Müslimler

Müslümanlar

 

Tasavvuf Ve Tarikatlara Karşı Olanlar

 

İslami ilimler arasında en fazla tartışma, herhalde tasavvuf üzerinde olmuştur. Bizim burada karşı olmadan kasdettiğimiz, ona dil uzatma, hücum ve hakaret etme, insafsızca saldırma ve düşman olmadır. 

Tasavvufu İslamî bir ilim dalı, bir dînî yaşama biçimi olarak kabul eden, hatta muhabbet besleyen nice insanlar vardır ki, fiilen böyle bir hayatın içinde olmamışlar, ancak olanlara da saygılı davranmışlardır. Bunlar, sufilerin hürmet ve muhabbetini kazanmışlardır. Onları asla tasavvufa karşı olanlar gibi değerlendirmemişlerdir.

Tasavvufa saldıranları iki kısıma ayıralım:

1-Gayr-ı Müslimler.

2-Müslümanlar.

 

Gayr-ı Müslimler:

 

 Tasavvuf karşıtı gayr-ı müslimler, İslamî ilimlerle uğraşan, adına müsteşrik-oryantalist denilen daha çok batılı ilim adamlarıdır. Oryantalizm hakkında derin incelemeler yapılmıştır. Bunların ilim yolundaki azimli çalışmaları takdir edilse de iyi niyetli, tarafsız, insaflı ve objektif oldukları maalesef söylenemiyor. İnsanlığın ilim ve tefekkür tarihi bakımından derin bir üzüntü olarak karşımızda duran bu olgu, ne yazık ki bir gerçektir.1 

Onlar bu çalışmalarını ilim amacıyla yapmamışlardır. Arkalarında kendilerini destekleyen Yahudi ve Hristiyan devletler ve milletlerin teşvikiyle onlar, müslümanların güç ve za’f noktalarını öğrenmeye kalkmışlar ve ona göre bir strateji, plan ve program belirleyerek onları mağlup etmek, dolayısı ile hem Yahudi ve Hristiyan dinlerinin en güçlü rakibini yenerek saf dışı etmek, hem de yer altı ve üstü servetlerini, maddi manevi her türlü zenginliklerini sömürmek istemişlerdir. Cemil Meriç onlar için “Emperyalizmin keşif kolu” demekte ne kadar haklıdır.

Onların bütün amacı, İslam hakkında insanları şüphe ve tereddütlere boğmaktır. Tasavvuf da o konulardan biridir. Onlara göre tasavvuf Hind, Yunan, İran vs. kaynaklıdır. Bir müddet böyle söylemişler, sonra İslam’da da kaynağı var, ama dışarıdan da etkilenmiştir, kararına varmışlar.

  Bu konunun en meşhurları olan Nicholson ve Mansıgnon’un fikirlerinin değişim seyrini, yerli bir insanımız yapsa, herhalde çok ayıplanırdı.2 İnceleme ve araştırmaları arttıkça, eski düşüncelerinin bir kısmından vaz geçmişlerdir. Bunu açıkça ifade etmeleri de ayrı bir güzelliktir.

  Onlar, İslamın bir kısım hakikatlarını bal gibi överken, zehirlerini de  onun içine katarak insanlara sundular. Ama maalesef İslam dünyasında da  onları derin düşünmeden ve iyi araştırmadan taklit eden ilim adamları çıktı. Bu, İslam dünyasının halen süren bir zafıdır! Batılı bir düşünür bu konuda şöyle diyor: “Biz burada nezle olup bir hapşırsak, bunda bir keramet var diyerek onların hepsi öksürecektir.” 

Devletin fakültelerinden doğuya İslam üzerinde akademik araştırmalar için resmen giden ve İslam alimlerinden ilmî çalışmalarında faydalanan hiç olmazken, batı fakülte ve ilim adamlarına sürekli gidilmiş ve onlardan ilim alınmıştır. Maalesef tasavvuf konusunda da üstadı kafir olan bir sürü insan, onlardan etkilenerek tasavvufa düşman olmuşlardır. Ama, saldırıları ilimden çok hissilik kokmaktadır.

Birinci sınıfı böylece geçiyor ve onların saldırılarını tabi buluyoruz. Ancak bizimkileri, attıkları gül de olsa, tabii bulmuyoruz. 

 

Müslümanlar:

 

Tasavvufa karşı çıkan ikinci grup, değişik sebeplerden ötürü ona karşı çıkan müslümanlardır. Bu sebeplerin başında, bu konudaki bilgisizlikleri, yanlış bilgilendirilmeleri, konuya kuş bakışı bakıp derin bilgiye sahip olmamaları, uygulamadaki yanlışlıkları veya istismarcıları tasavvuftan zannetmeleri, işin aslını ve doğrusunu ehli olan alimlere sormamaları, bir kısım beşerî za’flar vb. gelmektedir.3 Bunları kısaca açıklayalım:

  1. Müsteşriklerin etkisinde kalarak tasavvufun İslamî olmadığını iddia edenler, bu kanaata kendi düşünceleriyle varmadıkları ve taklit içinde oldukları için, fikirlerini kolay kolay değiştirmeyeceklerdir. Sabit fikirli mutaasıp insanlar, fikirlerini kolay kolay değiştirmezler. Bunlardan fikir alış verişi de zordur. Çünkü hemen alıngan, alaycı, hatta hareket ve saldırganlık içindedirler. Görüyoruz ki bu konuda bazı yerliler, üstadları yabancılardan daha da inkarcı ve saldırgandırlar.

 2. “Tasavvuf, yabancı kaynaklıdır” diyenlere şunu da hatırlatmak gerekir. İslam’a değil de, yabancı kaynaklara dayalı olduğu iddia edilen ilim, sadece tasavvuf değildir. Fıkhın, Roma hukukundan alındığını, tefsirin israiliyattan ibaret olduğunu, mimarinin temelinin Bizans sanatı olduğunu, Kelamın Yunan felsefesinden kaynaklandığını iddia edenler de vardır. Hatta bir kısım müslümanların kelama muhalefetleri tasavvuftan az değildir. Öyleyse bu tür iddiaları, iyi araştırmadan kabul etmek, hatadır. İnsanı büyük yanlışlıklara götürür.

“Tasavvuf terbiyesi, fıkh’ın istediği diz ve beden hareketlerini ruhun ve kalbin his ve huzuruyla tamamlar. Beden hareketleri ile ruhi davranışlar arasındaki yakınlığı ise psikolojiden çok önce dinî emirler tesbit etmiş durumdaydı.”4 diyen Mustafa Kara, “Ruhun kompleks yapısına göre basit olan beden eğitimi için bir eğiticiye ihtiyaç duyulurken, bir noktada insanın her şeyi olan ruhunun eğitilmesi için bir rehber insanın bulunması normal olsa gerekir.” ifadeleriyle aklî delilini açıkladıktan sonra, tasavvufun yeri ve kaynağı hakkında şunları söyler:

 “Geceleri kalkıp ayakları şişinceye kadar ibadet ve dua eden, açlığını beline bağladığı taşlarla gidermeye çalışan, üzerinde uyuduğu hasırın yüzünde bıraktığı izleri abdest suyuyla yıkayan, hayatında bir defa olsun “Çok gülmek kalbi öldürür” prensibiyle kahkaha ile gülmeyen, arkadaşlarını ayağa kalkarak karşılayan, günde yetmiş kere yaradıcısından  af dileyen, elindeki iki hurmadan birini komşusuna veren bir peygamberin yaydığı bir dinde bu düşüncenin temeli ve kaynağı bulunamaz mı? Onun eğitim ve öğretimi altında yetişen ev  “Dünyaya, orada kalacağımız kadar değer verin” uyarısıyla yaşayan ashabın bu düşüncenin dışına çıktıklarını da düşünmek zordur. Gerek peygambere gerekse ashaba bu anlayışı kazandıran en büyük kaynak ve sebep de Kur’an-ı Kerim’dir.5

 3. Tasavvufî meseleler, çok ince ruhî tahlillere dayanmaktadır. Bu meselelerde İslamî olanla olmayanı ayırt etmek geniş bir ihataya, derin bir araştırmaya, sağlıklı bir muhakeme, düşünme ve değerlendirmeye ihtiyaç göstermektedir. Bu vasıfları elde edemeyenler tasavvuf konusunda çoğunlukla hatalı hükümler vermektedir. İnceleme ve araştırmaları arttıkça, iyi niyetli bir çok araştırmacı, önce verdikleri hükümlerden çoğunlukla vaz geçmektedirler. Mesela yukarıda değindiğimiz gibi Nicholson ve Massignon ile İzz b. Abdusselam, bu değişime açık örnektirler.

  4. Tasavvufu red ve inkar edenler, çoğunlukla cahil ve mutaasıp kimselerdir. Vehhabiler ve Kadızadeler gibi. Derin incelemelere ve geniş araştırmalara ihtiyaç  gösteren bir konuda bu tip fert ve zümrelerin isabetsiz hükümler vermelerini, bir ölçüde tabii karşılamak icabeder. Nihayet, “kişi bilmediğinin düşmanıdır.”

   5. Hadis, tefsir, fıkıh, kelam gibi ilimler az sayıdaki ilim ehli çevresinin dışına çıkmadıkları halde, tasavvuf, geniş halk tabakalarının malı olmuştur. Bu ise gerek yaşama biçimi, gerekse gıpta damarlarının kabarması nedeniyle geniş çevrelerde tartışma konusu olmuştur. Bunu normal karşılamak gerekir, zira etki büyük olduğu nisbette tepki de sert olmaktadır.

  6. Gerçekten de kaynağı İslam dışı olan bir sürü batıl bîşer, yani şeriat dışı reddedilmiş tarikatlar vardır. Hurufilik, Noktavîlik, İbahîlik ve Bektaşîlik gibi İslamın yayıldığı yerlerde mevcut olan ibtidai, batıl ve muharref dinlere ait inanç ve ayinler bu gibi tarikatler içinde yaşama imkanı bulmuştur. Şamanizm, Manizm, Mazdeizm, Zerdüşt dini ve Sabiîlik adeta bu  gibi tarikatlar tarafından yaşatılmıştır. Batınîlik bu gibi tarikatlar vasıtası ile varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu gibi batıl tarikatlar için doğru olan “Şeriat dışı olma” hükmü hatalı bir genelleme ile tarikatların bütününe teşmil ettirilmiştir. Hatalı olan ameli ve itikadi mezheplerle bid’at ve dalalet mezhepleri arasında fark görüldüğü halde hatalı olan tarikatler ile batıl olan tarikatler arasındaki fark ya hiç görülmemekte veya aradaki fark ehemmiyetsiz görülerek buna değer verilmemektedir. Halbuki hak mezheple batıl mezhep arasındaki fark ne ise hak tarikat ile batıl tarikat arasında ki fark da odur. 

7. Tasavvuf bir zevk (tatma) bir neş’e ve bir meşreb meselesidir. Tasavvufî zihniyete ve hayat tarzına yatkın olmayanlar, rasyonistler ve zahirpesetler ilmi ölçüleri bir yana bırakarak hissi hüküm vermekte, içinde yaşamadıkları ve onun için de yabancısı oldukları bu alem hakkında gelişi güzel konuşmaktan kendilerini alamamaktadırlar. Bazı kimseleri biraz küçümseyerek, biraz da alay ederek tasavvuftan bahsetmelerinin sebebi budur. 

 

8. Her sahada olduğu gibi dinler sahasında da karşılıklı bir takım fikir ve itikat alış verişi olmaktadır. Eskiden Musevilikten ve İsevilikten İslam’a geçen rivayetlere “İsrailiyat” derlerdi. Diğer dinin az çok tesirinde kalmayan din yeryüzünde mevcut değildir. Saf ırk gibi saf kültür de varlığı imkansız olan bir şeydir. Binaenaleyh mutasavvıflar da fikir, ilim ve metot olarak öbür dinlerden ufak tefek bir şeyler almışlardır. Bu gibi şeylerin mübalağa edilmesi de bu konularda hatalara düşülmesine sebep olmuştur. Bu noktada tasavvufa itiraz ve ithamları aynen tefsir kelam ve mimari sahasında da yöneltmek mümkündür. Tefsir, kelam, mimari ve hatta fıkhı müdafa etmek için söylenecek söz ne ise, tasavvufu savunmak için de söylenecek söz odur. 

Herhangi bir kütüphanedeki kitap katalogları tetkik edildiği zaman tasavvufi eserlerin sayı bakımından nisbetine dikkat etmek bize bir gerçeği öğretebilir. Bu gerçek tasavvuf sahasında yazılan eserler kadar başka bir sahada eser yazılmamış olması gerçeğidir. En basit bir araştırma bile bize gösterir ki tasavvuf sahasında yazılan eserler, misal olarak söyleyelim, fıkıh sahasında yazılan eserlerin en az iki mislidir. Bu demektir ki tasavvufun İslam cemiyeti üzerinde icra ettiği tesir, başka hiçbir ilim tarafından icra edilmemiştir.6

9. Hak olan tarikatlar arasında bile, bir kısım sahtekarlar barınabilir. “Mutasavvıf” geçinen “mustasvıf”lar, yani sufi taslakları sahtekarlar, bir kısım yanlış, hatalı, hatta sapık fikirlerini, tasavvuf adı altında yaymışlardır. Hakiki sufiler bunlara, her pisliğe konarak temiz şeyleri de ifsat ettikleri için “sinek” demişlerdir.

Eğer bu iki grup birbirinden iyi ayırt edilmez de sahtekarlar, sinekler, mustasvıflardan ötürü gerçek mutasavvıflar, hakiki sufiler suçlanır, reddedilir ise, bu da yanlış bir davranış olur. Malesef bir kısım insanlar, böyle bir yanlışa düşerek tasavvufu inkar etmişlerdir.

Bir kısım sahtekarların olabileceğini ifade eden Mustafa Kara onlar yüzünden tasavvufu “kaygan bir zemin” diyerek eleştiren, mutasavvıfı kabullenmeyi “telifcilik ve tarafsız olamamakla” suçlayanlara şöyle söyler:

 “Sizin tasavvuf diye kabul ettiğiniz ve İslamî açıdan, haklı olarak reddettiğiniz fikirleri biz sonradan tasavvufi anlayışa sokuşturan bir takım şaklabanlıklar olarak kabul ediyoruz. Bütün eksiklerine rağmen bu müessesenin yaptığı faydalı işlerin, ümitlerin, müjdelerin ve müsbet fikirlerin değerleri, o rezaletlere göre çok fazla ve çok üstündür. Diğer yandan bir şahsın, bir devrin fikir miraslarını veya bir mutasavvıfın şatahlarını ele alarak bu müessese hakkında genel bir hüküm verilebilir mi? Bir sufinin kitap ve sünnete aykırı bir sözün karşısında, aynı şahsın bu kaynaklara bağlılığını ifade eden başka düşüncleri niçin “zahiri kurtarmak için müridleri tarafından uydurulmuş şeyler” oluyorlar? Bu yolun “tarafsız olma” temennisi ile ne derece bir ilgisi olabilir.”7 

10. Tarihimizde görülen cinayetlerden biri de bazı alimlerin kitaplarına başkaları tarafından bir takım sözler sokuşturulmasıdır. Kendi fikirlerinin yayılmasını, şiirlerinin benimsenmesini... isteyen bir kısım insanlar ya başkası adıyla müstakil kitaplar yazmışlar, veya kendi sözlerini başkaları tarafından yazılan ve beğenilen kitaplara sokuşturup girdirmişlerdir. Tarihte “dess” denilen bu olaydan acı acı yakınan alimlerimiz vardır. O zaman matbaa olmadığı ve kitaplar elle yazıldığı için az sayıda olduğundan böyle bir zulme ve ihanete ortam da müsaitti. 

İşte bu zulüm ve ihanete uğrayanların başında da, sevilen, sayılan mutasavvıflar gelmiştir. Kitaplarına sokulan İslam’a aykırı bazı sözleri onların yazdığını sanan insanlar da haliyle onlara cephe almışlardır.

11. Tasavvufa karşı olunmasının bir sebebi de, yanlış yorumlardır. Her sözün bir maksadı vardır. Özellikle sufiler kendilerine özgü bir dil geliştirmişlerdir. Onların sözlerini, onların maksadlarına göre değil de, kendilerine özel ve ölçülü bilgi ve kanaatleri çerçevesinde yorumlayanlar, yanlışa düşmüşlerdir. Oysa onların diger sözleri ile karşılaştırmalı bir çalışma veya işin ehline sorma insanları yanlış yorumdan kurtara bilirdi.

İmam Herevî’nin “Menazilü’s Sairin” adlı muhteşem eserine üç cilt olarak “Medaricu’s Salikin”8 adıyla şahane  bir şerh yapan İbn Kayyim el-Cevziyye’nin eserini okuyunca, sözlerin nasıl yorumlarla anlam değişikliğine uğradığına, merdut olmaktan makbul olur hale dönüştüğüne şahit oldum ve bu taifenin sözlerini hemen itirazla karşılamadan önce kesinlikle iyi düşünmek, araştırmak ve hatta ehline sormak gerektiğini anladım. 

12. Bir kısım ilim adamları da bilimsellik, akademisyenlik adına teşvik yerine tarafsız kalmışlardır. Bu tarafsız kalış ile, sistemin tekke ve zaviyeleri resmen yasaklayarak tasavvufi hayata karşı çıkışı, hatta halkı dinden uzaklaştırmak isteyen İslam düşmanlarının, halkın dini yaşamasında en etkin faktör olan tasavvufa, tarikatlara, sufiye, dervişe amansızca yüklenip saldırıya geçişi, bu her türlü yalan, iftira ve karalamaya dayalı çirkin saldırının sistem tarafından desteklenişi, halkta etkisini göstermiş ve tasavvufa karşı bir tereddüt, bir korku meydana getirmiştir. Bu korkunun üstüne bir tuz biber de bazı iyi niyetli alimlerden, hocalardan gelmiştir. 

Şöyle ki onlardan bir grup, gerek devletin yasaklaması, bu yasaklama sonucu hakikilerin yer altına çekilip, sahtekarların yer üstünde, yani ortalıkta insan avına çıkması ve insanımızı istismar etmesini görmüşler, yanlışa düşmektense tamamen uzak olup zahirle yetinsinler diye, ayırt etmeksizin tasavvufa karşı çıkmışlar. Hatta bunu yapanların bir kısmı, kendileri tasavvufun içinde oldukları halde bunu yapmışlardır.

Onların maksatlarını anlamayan halktan bir grup ise “bizim mübarek hocamız tasavvufa karşıydı.” diyerek hala o düşünceyi devam ettirmişler, tasavvufa karşı olumsuz bir tavır içinde olmuşlardır. Şahsen ben yaptığım araştırmalarda, cemaata va’zlarında tasavvufu eleştiren çok hocanın, özel sohbetlerinde  yakın dostlarına tasavvufu övdüğünü çok görmüşümdür. 

Ancak, kabullenen ve reddedenlerle birlikte tasavvuf, her zaman gündemde kalmıştır, kalacaktır da.9