Tarikatın Tanımı

İçindekiler

Tarikatın Tanımı      

Tarikatların Konusu    

Tarikatların Amacı ve Önemi

Tarikatların Çeşitleri

Ruhani Tarikatlar

Nefsani Tarikatlar

Tarikatların Sayısı

Tarikatların Sosyal Vazifeleri

 

Tarikatın Tanımı      

 

Kelime olarak tarikat, yol, usul, meslek demektir. Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız tasavvufun pratik hayatta bir mürşit gözetiminde uygulanmasına tarikat diyoruz. Bir başka ifadeyle tarikat, tasavvufun belli kaide ve usuller çerçevesinde teşkilatlanmış halidir. Kısacası tarikat, Allah’a yaklaşma yoludur.

Tarikat, bir şahsın seyr-u sülûk dediğimiz belli usulleri içeren manevi bir seferle malum makamları aşarak Allah’a yaklaşması ve onun rızasını kazanması yoludur. Tarikat evrad, ezkar, irfan, aşk ve cezbe ile geçilen manevi yollar olarak bireysel olduğu kadar, bir mürşit gözetiminde ve bir tekke veya zaviye çevresinde yaşanan ve manevî, ahlakî olduğu kadar eğitim, irşat, tebliğ, cihat, sanat, iktisat, ticaret ve benzeri sosyal esasları da içeren toplumsal bir yoldur.

Allah (c.c): “Bizim uğrumuzda çabalayanları elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”1 buyuruyor. Allah’a giden yol demek ki bir değil, bir çoktur. Bu yüzden büyükler: “Allah’a giden yollar, yaratıkların nefesleri sayısıncadır.” demişlerdir.

 

Önceleri kişisel bir yaşam biçimi olarak görülen tasavvuf, giderek ilim, ahlak ve maneviyatı malum veya meşhur olan insanların etrafında sohbet halkalarının genişlemesiyle cemaatlaşmıştır. Cemaatlar, sohbetini dinleyerek sevdikleri, saydıkları insanların emir, tavsiye ve irşad tarzlarını kurallaştırmışlar, farkında olmadan tarikatların doğmasına zemin hazırlamışlardır. Aynen İtikadî ve fıkhî mezheplerin imamları nasıl ki insanlara: “Biz bir mezhep kuruyoruz; düşün peşimize” demedikleri halde onlar adına mezhepler kuruldu ise, sevilen ve bağlanılan Allah dostları etrafında da, belki de onlar farkında olmadan tarikatlar kuruluyordu.2

Tarikatların kısa sürede İslam toplumunda yayılmasının bir çok sebepleri vardır. Bunların bir kısmını, İslam’ı beraber yaşamanın kolaylığı, görerek eğitimin etkisi, şeyh’in manevi himmeti, hallerin yansıması, ortamın temizliği, içtimai hayata ve İslam’ın yayılmasına hizmetlerinin takdiri, insana yaklaşımlarındaki uslüb güzelliği, sanat ve estetik değerlere verilen önem vs. diye sayabiliriz.

 

Tarikatların Konusu: 

Tasavvufun konusu, amacı, önemi ve faydaları hakkında söylenenleri burada bir kere daha hatırlamak, yerinde ve yararlı olacaktır kanaatindeyiz:

İnsan, beden ve ruhtan yaratılmıştır. Ceset de dediğimiz beden, bir başka ifadeyle nefis, kötülük ve çirkinliklere, ruh ise  iyilik ve güzelliklere meyledicidir. Ne var ki ruh, adına nefis, ceset, beden dediğimiz kalıp içine mahkum edilmiş, ete ve kemiğe  gömülmüştür. Bu, ruhun bir sürgünü ve tutsaklığı sayılmaktadır. Kendi ulvî aleminden, bu süflî alem olan dünyaya gelir gelmez koparttığı feryat ve figan da bundandır. Bilindiği gibi Mevlana “Mesnevî”ye bu feryat ile başlamaktadır:

 

Dinle neyden kim şikayet etmede,

Ayrılıklardan şikayet etmede…

 

Allah Teala, kendisi için sınırsız olan sıfatlarından bazılarını, ama sınırlı olarak insana da vermiştir. Görme, işitme, bilme, irade, kudret, kelam vs. gibi. Bu sebeple insanı, bütün varlığın özü ve özeti kılmıştır. Bu itibarla insan kainatın ruhu, kainat da insanın dışı ve kabuğu olmuştur. “İnsan, ruhu ile lahût, aklı ile ceberrut, aklî melekeleri ile melekût, vücudu ile de şühud alemini birer hassa halinde bünyesinde barındıran, komplike bir yaratıktır. Beş duyu vasıtası ile, dış dünyasını algıladığı gibi, akli ve manevi melekleri ile de, iç alemini kontrol ve murakabe gücüne sahiptir.”3

 

İnsan, bir çok ayet ve hadislerin işaretiyle iyi işler işlerse, ruh üzerinde olumlu izler bırakır ve iyiliklere, güzelliklere meyli artar. Bunun devamı ise marifet ve kemali kolaylaştırır, hayır ve iyilik duygularını sağlamlaştırır ve nefsi, bedeni, cesedi, ruhun hükmüne sokar. Aksi de geçerli tabi. İnsanın yaptığı işler kötü ve çirkin olursa, ruh büsbütün bedene mahkum olur ve olgunluk -kemal- yolu büsbütün kaybedilir.

Tarikatların konusu, ileride de göreceğimiz gibi insan ve işleri, bir başka deyişle evrenle olan ilişkileridir.

 

Tarikatların Amacı ve Önemi:

 

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi tarikatların amacı, bedende ilahi ve kudsi bir emanet olarak taşınan ve bir “Rabbani latife” olan “Ruh-i menfuh”u, tasavvufi prensipler çerçevesinde güçlendirerek, kara topraktan fışkıran bir fidan gibi sufli alemin korkunç karanlıklarından kurtararak, kendi öz ve asıl vatanı olan “emir alemi” ile irtibatını sağlamak ve Hakk’a kulluk etmesini temin etmektir. Kısacası, kötülüklerin kaynağı olan “nefs”i, güzelliklerin kaynağı olan “ruh”a teslim ederek, “elest bezminde” verdiği söze mahkum etmektir. 

 

Böylece ruh, ulvi alemlere yükselme kabiliyetini kazanmış olur. Çünkü sufilere göre insan, Allah’tan gelmiştir. Kendisinde ilahi kaynaklı olan kudsi bir varlık barındırmaktadır. İnsan kendi kalıp ve iğreti varlığından geçerek ruhî, kalb varlığına yönelmekle, ilahi varlığını idrak edebilir, ruhi, ulvi yanını yeniden yakalayabilir. Buna “Allah ile olma” diyebiliriz.

 

Kuşkusuz insanın bu hale erebilmesi için kendinden geçmesi, beşeri tavrını unutması, kendi varlığının farkında olmaması gerekir. Bu kendinden geçme haline “fena fillah”, Allah ile olma şerefine ermeye de “beka billah” denilir.

 

İşte tasavvufun sistemleşmiş hali olan tarikatların amacı, belli usul, erkan ve adap içinde müritlere, yukarıda belirtilen hasletleri kazandırmaktır.4

Bu amaca erdirmede kullandıkları usuller açısından tarikatlar kendi aralarında çeşitlenmişlerdir.

 

Tarikatların  Çeşitleri: 

 

Tarikatları değişik açıdan çeşitlendirmeler olmuştur.

 

Mesela zikir yapma şekillerine göre ikiye ayrılır.

1-Hafiî (gizli zikir)

2-Cehrî (açık zikir)

Takip ettikleri metoda göre ise üçe ayrılır:

1-Tarik-i Ahyar: İbadet ve muameleler üzerinde çokça dururlar. Zahitler yolu da denir.

2-Tarik-i Ebrar: Güzel ahlaka ve gönül saflığına ermek için mücahede ve riyazeti esas alırlar.

3-Tarik-i Şettar: Aşk, muhabbet, vecd ve cezbe yoludur.

Silsilelerine göre dörde ayrılır:

1-Bekriyye veya Sıddıkiyye: Silsilesi Hz. Ebu Bekir’e (r.a) dayananlar.

2-Ömeriyye veya Farukiyye: Silsilesi Hz. Ömer (r.a)’e dayananlar.

3-Osmaniyye: Silsilesi Hz. Osman (r.a)’a dayananlar.

4-Aleviyye: Silsilesi Hz. Ali (r.a)’ye dayananlar.

İnanç sistemlerinin Hak veya Batıl oluşuna göre ikiye ayrılır: 

1-Hak (bâşer’) Tarikatlar: Şeriata bağlı kurulan tarikatlar.

2-Batıl (bîşer’) Tarikatlar: Bunlar da iki kısımdır ;       

1-Çıkışında hak, sonra batıl olanlar. Bektaşilik gibi.

2-Çıkışında İslam’a ters tarikatlar. Hurufilik, Kalenderilik gibi.

Usullerine göre ikiye ayrılırlar:

1-Ruhani Tarikatlar.

2-Nefsani Tarikatlar.

Yukarıda sayılan bütün çeşitler, aslında son iki çeşidin içinde görülebildiği için, onlar hakkında gerekli açıklamaları zikredelim.

 

Ruhani Tarikatlar: 

 

Kur’an-ı Kerim, insanın yaratılışında iki unsuru açıkça zikreder; toprak ve ruh.5

 

Toprak ana unsurundan oluşan ve Cenab-ı Hakk’ın “celal” tecellisinin bir neticesi olan beş unsura, “Halk alemi” denir ki bunlar “anasır-ı erba’a” denilen hava, su, ateş ve toprak ile nefs-i natıka’dır. Bu unsurlardan oluşan beden, ceset, nefis, denilen varlık, kendi başına buyruk yaşamayı sever, arzu ve isteklerinin tatminini şiddetle ister ve bir başkasına boyun eğmekten hiç hoşlanmaz.

Cenab-ı Hakk’ın “cemal” tecellisinin bir mazharı olarak “emir alemi”ni oluşturan kalp, ruh, sır, hafi, ahva unsurları ise, insanı yaratıcısına kulluk yapmaya yönlendiren ruh tarafıdır. Bu ruh, Allah tarafından üflendiği için, (ruh-i menfuh), insan bu yönüyle kudsî bir varlıktır. Zaten insan, bu yönüyle hilafete layık olmuş ve diğer canlılardan üstün kılınmıştır.

 

İşte tasavvuf ve tarikatlardaki amaç, daha önce de ifade edildiği gibi, halk alemi içine hapis olunan ruhu keşfetmek ve onu bu tutsaklık günlerinde duçar olduğu kötü alışkanlıklar ve manevi kirlerinden arındırmaktadır. 

 

Bu arındırma işlemlerine “seyr-u sülük” denilir. Bu sayede, insan Allah’tan geldiğini hatırlayarak, tekrar ona döner. Zaman içinde nefisten gelen engelleri aşarak, öz ile aralarına giren perdeleri bir bir kaldırarak insan ruhu, daha hayatta iken, “Bir” ile birliğe erişir. Bu, insan için en büyük mutluluktur. Hakiki hayat da budur.

Seyr-u sülük’ün en temel unsuru, zikrullahtır. Zikir, insan kalbini şeytandan, kötü düşüncelerden, huylardan koruyup imanı kuvvetlendirdiği gibi, bir yağmur gibi indiği kalplerde “muhabbetullah”, yani Allah sevgisi bitirir.

Konuyla ilgili şu hadislere dikkat edelim:

“Şüphesiz her şeye cila verecek bir alet var. Kalbin cilası ise, Allah’ı zikretmektir.”6  

“Allah’ı zikir, kalplerin şifasıdır.”7 Yani riya, kibir, hased vb. kalp hastalıklarından kurtarır.

“Şeytan insan oğlunun kalbine nüfüz etmek için, istila eder. Lakin kalp, Allah’ı zikredince ümitsiz olarak geri çekilir. Unutursa, istila eder, yani etkisi altına alır.”8 

“Kim Allah’ı çok zikrederse, Allah onu sever.”9

“Kişi sevdiğini çok anar.”10

“Kim Allah’ı çok zikrederse, nifaktan (münafık olmaktan) kurtulur.”11

“İmanın en faziletlisi, nerde olursan ol, Allah’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.”12 (Zikr-i daim ve murakabeyi bildiriyor.)

“Tefekkür gibi ibadet olmaz”13 

İşte bu gerçeğe binaen, Allah’ın izni ile insan üzerindeki halk aleminin kesafetini almak, nefsin ağırlığını gidererek kötülüklerine mani olmak ve şeytanın da tuzaklarından kurtarmak için, ruhani tarikatlar, lafza-i celal (Allah) ve tevhid kelimesini (la ilahe illallah) sessizce ve gizlice, hayal yolu ile, kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, gibi latifeler üzerinde icra ettirerek, salikte Allah sevgisi ve murakebe duygusunu geliştirme ve artırmaya çalışırlar.

Beden içinde mahkum ve mahpus olan ruh, zikir ile devamlı surette kuvvetlendirilince, nefsin ağırlık ve yoğunluğundan yavaş yavaş kurtulmaya ve özüne doğru meyletmeye başlar. Bu, aynı zamanda, nefs’in ruha tabi olmasının, dolayısı ile kötü huylarından  vaz geçerek iyi huylara yönelmesinin de bir başlangıcıdır.

Ruhani tarikatlardan mürit, vuslata ruh yolundan götürülür. Bu yolda çile, uzlet, aşırı mücahede ve mücadele yoktur. Asıl olan kalbin fethi, ruhun arındırılmasıdır. Eğer bu başarılırsa, “kale içinden fetholunur” kuralınca, nefis bütün kötü, çirkin ve düşük huy ve tabiatlarından vaz geçerek gelip kalbe, ruha teslim olacaktır.

 

Bu yolun esası, sünnet-i seniyye’yi yaşamak, nafile ibadetlere dikkat etmek, zikir, fikir, murakabe ve teslimiyetle ruhu kuvvetlendirmektir. Böylece nefsin ağırlıklarından kurtulan ruh, kendi asıl alemine doğru yol alarak ve aradaki perdeleri kaldırarak visale erişecektir.

Daha çok silsilesi Hz. Ebu Bekir’le gelen ve en yaygın olarak Nakşibendiyye’de görülen bu ruhani tarikatın letaifleri ise, sırası ile kalp, ruh, sır, hafi, ahfa, nefs-i natıka, letaif-i küldür. Bu son latifeye “ceset”, buradaki zikre “Zikr-i Sultani” denildiği de olur. Daha sonra dersler nefy-u isbat ve murakebelerle devam eder. Letaifler “Halk aleminden” değil de, “emir aleminden” oldukları için insan vücudunda maddi değil ama manevi olarak her birinin bir yeri vardır. Her latife kendi zikri ile olgunlaşıp aydınlandığında diğerine geçildikçe ruh yücelir ve yaratışı gereği olan marifete ererek “Hakka’l Yakin” mertebesine yükselir.

 

Bu letaiflere işaret eden ayet ve hadisleri, bunlar üzerindeki zikrin şeklini, her letaifin olgunlaştıkça alacağı keyfiyyeti, rengi, alametleri, bunlarla ilgili  dikkat edilecek veya kaçınılacak usul ve adabı, kitabımızla doğrudan ilgili görmediğimiz teferruattan sayıyor ve bu güzel bilgileri tarikatların usul ve adabına dair yazılmış kitaplara havale ediyoruz.14 Ancak, büsbütün terke de gönlümüz razı olmadığından,15 bir mürşid-i kamilin kaleminden ruhani tarikatlardaki seyr-u süluku buraya iktibas ediyoruz:

“Seyr-u sülükun sırası şöyledir: Varis-i Enbiya olan, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ehli bulunan bir Mürşid-i Kamil’e intisab edilir. Vereceği evrad, ezkar, ed’ıyeye ihlasla devam olunur. Sohbet ve hizmetine devamla bilcümle nasihatlarına ihtimam edilir.

 

Hassaten zikrullah telkinine  dikkat ve gayret ile merhale katledilir. Şöyle ki:

Halim ve teslimiyetli olanlara müstehab istihareyi müteakib zikrullah telkini yapılır. “Allah” zikrinin “kalp”de yer etmesi, “Veled-i kalp” zühur etmesi lazımdır.

Sonra “ruh” a, oradan “sırr”a, oradan da “Hafi”ye, oradan “Ahfa”ya, oradan da “Nefs-i natıka”ya, oradan da vücudun zikri olan “Zikr-i Külle”, yani “Zikr-i Sultani”ye intikali gerekir.

 

Böylece bütün sadrı ve vücudu hücrelerine kadar Zikrullah’ın feyzi sarmalıdır. Bu aynı zamanda sadrın inşirahıdır. Bunlardan sonra, “Nefy’ü İsbat” dersleri gelir. Bu, kelime-i tevhid ile nefes almadan usulüne göre yapılır. Sonra sıra ile:

Murakabe-i Ehadiyet: İhlas suresi. 

Meali: “De ki: O Allah Samed’dir. O doğurmamış ve doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yoktur.”

Murakabe-i Maıyyet: 

Meali: “Nerede olursanız, o sizinle beraberdir.”16 Murakabe-i Akrabiyet : 

Meali: “Biz size Şah damarınızdan daha yakınız.”17 Murakabe-i Muhabbet: 

Meali: “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.”18          Ayetlerinin manalarını derin teemmül, tefekkür, tekabbül ve murakabe ile yapılır.

Dikkat:

Bu dersler Kemal-i ihlas ve teslimiyet-i tamme üzere bulunan müstaid müridana bizzat üstadının talimi ile olur.

Her dersin bir müddet devam etmesi ve gereken işaret ve in’ikası ve halin üzerinde görülmesi ile diğer derse geçilir.

Kendi kendine, nazari bilgilerle bunları yapmak mahzurludur. 

Bu dersler salikte yükseldikçe ahlak-ı fazılası da beraber yükselmesi şarttır. Sabır, sekinet, istikamet, ünsiyet, himmet, sehavet, hilim gibi bütün güzel ahlak ile mütehallık olmalıdır.

Allah’ın tevfikiyle insan-ı kamil mertebesine, felah’a ermelidir.”19  

 

Nefsani Tarikatlar: 

 

Nefsin aldatıcı ve geçici arzuları ile mücahede ve mücadeleyi esas alan tarikatlardır.20 

Nefs lugatte, insan, şahıs, fert, insani ve hayvani ruh, varlık, bir şeyin hakikatı, insan tabiatının dünyevi lezzet ve şehvetlere yönelmesi gibi anlamlara gelir.21 Tasavvuf ıstılahında ise nefisten, kulun çirkin vasıfları ve kötü ahlakı kasdedilir.22

Bu çirkin vasıfların bir kısmı da kötü ahlak ve çirkin huylar gibi tabiatında bulundurduğu vasıflardır.

Birinci kısım, şeriatın haram ve mekruh saydığı ve yasakladığı işlerdir ki bunlar fıkıh ilminin konusudur.  İkinci kısım kötü ahlak ve çirkin huylar da ahlak ve tasavvufun alanına girer. Bu tür huy ve ahlaklar, sıkı bir gayret, aralıksız bir çalışma ve nefis ile mücahede sonucu yok edilebilir ve yerine Allah’ın lütfuyla iyi ve güzel ahlak konulabilir, yüksek vasıflar kazanılabilir cinstendirler.  

 

Bu yüzden Allah teala, nefsin isteklerine karşı gelerek onu ıslah eden kullarını cennet ve cemalullah ile müjdelemiştir. Dolayısıyla, nefsin hevasına, isteklerine karşı çıkmak en büyük ibadet ve en büyük cihattır. Aksine nefsin istek ve şehvetlerine uymak Allah’tan, Allah’ın dostluğundan ve huzurundan alıkoyar, uzaklaştırır. İşte bu sebepten ötürü Peygamberimiz: “Ümmetim adına en fazla korktuğum şey, nefislerinin hevalarına uymalarıdır.”23  diyerek bu büyük tehlikeye işaret buyurmuşlardır.

Tasavvuf yoluna girenler, Yusuf suresi elliüçüncü ayette anlatılan o güzel cümleyi sık sık tekrar ederek kendilerini ikaz ederler: “Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, şiddetle kötülüğü emredicidir.” 

 

Nefsin büsbütün yok edilebileceği hakkında ihtilaf vardır. Bazıları bunu mücahede ile mümkün görürken, bazıları da mümkün görmezler. Onlara göre nefis ölmez, ama kötülük yapma kabiliyeti sindirilir. Ancak mücahedede gevşek olunur da gaflete düşülürse, yeniden canlanabilir. Sonra ölmemeli ki, insan onunla savaşı sonucunda sürekli  sevap, derece ve makam elde edebilsin. Sanırız, tabiatına uygun olan da budur.

Nefisle cihad demek, onu besleyen toprak ve su unsuruna bağlı çeşitli gıdalardan, lezzetlerden, şehvetlerden uzak tutarak, beden üzerindeki hakimiyetini kırmak, daimi bir cehd, çaba ve gayretle, türlü çile ve zahmetlerle onu zayıflatarak, kendisinin tam aksi yerde ve vazifede duran ruh’un emrine vermektir. Nefs, ruhun emrine girince yavaş yavaş yeni konumuna alışır ve eski serkeşliği, isyankarlığı yok olur. İbadet ve kulluktan zevk alır hale gelir. Tasavvufun konusu bahsinde kısmen bunları anlatmıştık...

Nefsani tarikatler genellikle cehri zikri seçmişlerdir. Nefsi, yedi perdeli olarak kabul eden bu tarikatlar, her nefsi esma-i hüsna’dan bir zikirle terbiye ve tezkiye ederek, o isimlerin anlamına uygun harekete alıştırır ve esrarını kavramaya çalışırlar. Şimdi, yedi perdeli dediğimiz nefs’in mertebelerini görmeğe çalışalım.

 

1- Nefs-i Emmare: Allah teala’nın emirlerine uymayan, yasaklarından kaçınmayan, şeytana yoldaş, keyfine, zevkine, şehvetlerine düşkün nefistir. Sahibini küfre, şirke, nifaka veya günaha düşüren nefis. Kur’an’da “Kuşkusuz nefis, şiddetle kötülüğü emreder.”24 ayeti, nefsin bu makamını bildirir.

Nefsi bu makamda bulunanlar, kötülükleri zevkle işler ve üstelik bunlarla övünürler. Allah’a ve ahirete inansalar bile, bu imanları onları günahtan alıkoyamaz. Çünkü uzun emel sahibidirler ve dünya sevgisinde boğulmuşlardır. “Nasıl olsa bir gün tevbe ederiz. Allah da çok merhametlidir. Tövbelerimizi kabul ederek bizi bağışlar.” der de günah işlemekten utanmazlar. 

Günah işleme gözlerinde küçülmüştür. Aslında bunu kime karşı işlediklerini, bunu yaptıklarında kimi  üzdüklerini, yada kızdırdıklarını anlasalar ve hesaba katsalardı, bu kadar rahat günah işleyemezlerdi. 

 

Aynı anlayışsızlık ve değerlendirme noksanlığındandır ki, azıcık bir ibadet ve iyilik etseler, bunu gözlerinde büyüterek ahirette kurtuluş vesilesi sayarlar. Son derece cahil ve mağrurdurlar.

Müritler arasında da böyle nefis taşıyanlar olabilir. Ancak bunların diğerlerinden belki şu farkları vardır; Bir kötülük işlediklerinde o anda pişman olurlar. Ne var ki bu pişmanlık, akıllarını başlarına alacak ve kötülükleri terk ettirecek kadar değildir. Fırsatını bulur bulmaz, nefisleri bir su gibi günaha akar.

Bu nefsin en büyük özellikleri gurur, kibir, ucub ve enaniyettir. Bu yüzden  kendi kusurlarını görmez ve alemde kimseyi beğenmezler. Bu yüzden kurtuluşlarına vesile olabilecek mürşid-i kamilleri de beğenmez, el verip iradelerini onlara teslim edemezler. Oysa bunu yapabilselerdi, sohbet ve ibadetlerin bereketiyle belki kurtuluşa erebilirlerdi... 

 

Nefs-i emmarenin bir cehaleti de, kimseyi beğenmemekle beraber, herkesce beğenilmek istemesidir. İnsanlara kendini beğendirmek için yapmacık hareketlere girişerek dışını temizlemeğe çalışır ama içini, yani aklını ve kalbini ihmal eder. Oysa, asıl olan kalp temizliğidir.

Son derece dünyaya düşkün olan bu nefsin çok önemli bir özelliği de, Allah’ın rızık verici olduğuna itimat etmeden alabildiğine dünyalık toplamak için kendini yıpratması, aşırı sevgi ve itaat ile dünya metaını kendine mabud edinmesidir.

 

Sufi, tarikata girmekle bunların farkına varan kişidir. O, mürşidinin her emrine itaatla, sohbetlere, zikir, fikir, istiğfar ve sair ibadetlere devam etmekle ve nefsin isteklerine muhalefetle, yani nefisle cihad ede ede, Allah tealanın lütuf ve keremiyle nefsin amirliğinden kurtulur ve güçlenen ruhun amirliğini kazanır. Yukarıda ifade edildiği gibi ruhun emrine giren nefis, yavaş yavaş arınarak şerliliğinden hayırlılığa doğru seyr-u sülûka başlar.

O hale gelir ki gurur, kibir, ucub, fahr, riya ve süm’ası gider, yerine tevazu ve mahviyyet gelir. Nefsini cümleden edna bilir. Başkalarının kusurlarını gizler, kendi kusurlarını gözünde büyüterek tevbe ve istiğfara yönelir, amana düşer. Hakk’ın sevgisini bütün sevgilerin üstüne çıkararak dünya sevgisinden kurtulur. Tul-i emeli terk ederek kendini ölüme yakın hisseder ve zamanını değerlendirmeğe çalışır. “Ölmeden önce ölme” ve “hesaba çekilmeden evvel nefsini hesaba çekme” sırrına erer.

Bu haller kendisinde görülen müridi şeyhi, nefsin ikinci mertebesine geçirir. Nefs-i emmare’de müridin zikri “la ilahe illallah”, seyri “seyr ilellah”, usulü “şeriata uyma”, makamı “sadır”dır.

 

2-Nefs-i Levvame: İyiliklerine sevinen, kötülüklerine üzülen nefistir. Hakk’ın emirlerine kısmen uymayan, yasaklananları bazen yapan, ancak yaptığı zaman da pişman olan, bundan ötürü kendini levmedip kınayan  nefis. “Ey Allahım! Haşa sana isyan olsun diye, veya seni kızdırmak amacıyla değil, sadece nefsime yenildiğim için bunları yaptım ve senden utanıyorum. Beni bağışla ey Rabbim” diyerek günahından utanarak ve acı çekerek vazgeçen, ama aynı vartaya tekrar düşebilen nefis. Kur’an’da da kendisine “Levvame (kendini kınayıp pişman olan) nefse yemin ederim”25 diye işaret edilen nefis.

 

Bu nefiste olan müridin içi tam olarak temizlenmediği için, zaman zaman kendilerinde kötülüğe doğru bir meyil uyandığında, kendilerini şeriatın yasakladığı o kötülükleri işlemekten alamazlar. Ne var ki, yaptıkları kötülüğün farkındadırlar ve bundan dolayı çok çok utanır, kendini levmeder, kınar, pişman olur, tevbe ve istiğfar ederler. Sonra, yine kötü ahlakları sebebiyle kendilerini tehlikeye atar, böylece Rahmani nurlar ile şeytani duygular arasında bocalayıp dururlar.

 

Müridin bu halinden kurtulması için şeyhinin sohbetine devam ile halinden istifadesi, gıyabında da rabıtaya devam etmesi, nefsini muhasebe ve murakabe ile tezkiye ve terbiye etmesi gerekir. Nefisle yapılan sürekli mücahede ile güzellikler kalbe yerleştirilirse, kötülükler iyiliğe tebdil edilmiş olur. Bu oluş müridin hem halinde, hem de rüyalarında görülmeye başlanınca, mürşidi onu, üçüncü mertebeye erdirir.

 

Nefs-i Levvamede Salikin zikri “Lafza-i Celal” (Allah), seyri “seyr lillah”, makamı “kalp”, alemi “Berzah”, hali “kabz ve Bast”dır. Bu makamda “Muhabbetullah” hasıl olup nefs-i Levvame ruha tabi olunur.

3-Nefs-i Mülhime: Hakk’ın emirlerine mümkün mertebe uyan, yasaklarından kaçınan ve bu hallerinden ötürü bazı ilahi ilhamlara nail olan nefistir. Adını Kur’an’dan alır: “And olsun, nefse isyanını ve itiatını ilham edene.”26  

 

Bu nefis sahipleri, zahirlerinin güzelliğine rağmen, hatırlarında kötü huylarını hala giderebilmiş değillerdir ve onları yok etmek, içlerinden söküp atmak için yaman bir mücahede ve mücadele içindedirler. Bu haller zaman zaman huzurlarını bozar ve içlerinde fırtınalar estirir ama, sonunda nefsin bu arzularına çeşitli ibadet ve riyazatla karşı koyup onlardan kurtulmayı başarırlar. Çünkü onlar “ihsan” mertebesine kanat açmışlardır; “her an ilahi huzurda olduklarının bilincinde, kendileri Allah’ı göremeseler dahi, Allah (c.c)’ın kendilerini gördüğünün inancındadırlar”. Allah kendilerine şah damarlarından, hatta kalp ve akıllarından daha yakındır.

Bu duygular onda ilahi aşk uyandırır. Kalbindeki bu aşk ateşi ve dosta kavuşma isteği ile dünyadan uzaklaşır. Kötülüklerden geçer ve kendisini maşukuna yaklaştıracak her hizmete ve fedakarlığa can atar. Derken haliyle rüyalar güzelleşir, kerametler zuhur eder. Ancak o bunlara iltifat etmez. Her şeyde hakiki failin Allah (c.c) olduğunu ayne’l yakin görerek gönlünde bir huzur ve itmi’nan oluşur.

Bu metebede seyr “seyr alallah”, zikir “İsm-i Hu”, alem  “alem-i meleküt”, makam “makam-ı ruh”tur. 

 

4-Nefs-i Mutmaine: Hakkın emirlerine tam uyan, yasaklarından sakınan, kuvvetli iman ve it’minan sahibi nefistir. Kalp ilahi nurla aydınlanmış, böylece kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulmuş, güzel ahlak ile donanmış, dolayısıyla huzur, yakin, sekinet ile mutmain olmuş, yatışmış nefistir. Bu sebeple, nefs-i mülhime de görülen iç huzursuzluklar, içi kasıp kavuran fırtınalar dinmiş ve engin bir huzura erişmiştir. Bu makamda beşerriyet fena bulup “Nur-i Muhammedi” zuhur ettiğinden nefis, hitab-ı ilahiyye’ye mazhar olmuştur: “Ey itmi’nana ermiş itaatkar nefis.”27   

Bu nefis sahipleri şeytan ve nefsin sultasından kurtulmuş, aşk ve iştiyakla iyilikleri işler olmuşlardır. Dolayısıyla ihlası elde etmiş bahtiyarlardır. Onların kalbini ne dünya, ne insanlar, ne de şeytanlar meşgul edemezler. Orası Hakk’ın nazar ve tecellisine her dem hazır hale getirilmiştir.

 

Bu makam, velayet ve verasetin ilk makamı olan ve “ubudiyyet” sırrına erilen bir makamdır. Geçmiş ve geleceğe dair en ufak bir endişe duyulmaz. Cennet arzusu ve cehennem korkusundan geçilerek Hakk’ın rızasından başka hiçbir şeyin düşünülmediği bir makamdır bu. Masivaya meyil tamamen gitmiş, Hak’tan gelen sürur ve keder, lütuf ve kahır aynı derecede algılanmış, tamamen tevekküle erişmiştir. Bu makama erişmek için, bir mürşid-i kamilin irşadına mutlaka ihtiyaç vardır.

Bu makamda seyr, “Seyr Ma’allah”, zikir, “İsm-i Hak”tır. Makamı “Ayne’l Yakin”, alemi, “alem-i ceberüt”, hali bazen “sekr”, bazen de “sahv”dır. 

  

5-Nefs-i Radiyye: Her bakımdan Hakk’a yönelen, her an Allah (c.c) ile olma şuurunda olan, O’nun acı tatlı her hükümüne tereddütsüz teslim olup rıza gösteren nefistir. Kendisi ve başkaları hakkındaki Allah’ın kader ve kazasına hayır olsun şer olsun razı olan, ilahi sırlara ermiş, alemdeki vahdet ve kemali görmüş nefis. Alemde olan hiçbir şeye itiraz etmeyen ve “keşke” kelimesini hiç kullanmayan nefis. Cemal ve Celal tecellileri arasından mest olarak tefviz ve tevekküle ermiş, sızlanma, şikayetlenme ve mızıkçılık noksanlığından geçmiş nefis. Kendi iradesini Allah’ın iradesinde eritmiş nefis. “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı oldular” övgüsünde mest olmuş, “sen O’ndan, O da senden razı olarak dön Rabbına.”28 İlahi emrine amade nefis. Artık kalbi Allah’tan alacak, meşgul edecek duygu ve alakalardan azade nefis. Allah’tan gayrı dünyevi uhrevi bütün maksatlardan, hatta keşif ve kerametlerden dahi geçen nefis.

Ne var ki yegane ma’bud ve mahbub Allah bilinir ve sevilirken, yine de hala benliğini ve varlık vehmini büsbütün aşamadığı için bütün bütün ikilikten geçememiş, az da olsa kendi varlıklarını hissettikleri için “külli mahviyyet” kendinde hal olamamıştır. İçinde ince bir sancı sızıntılanmaktadır. Göz yaşları akar içlerine ince ince... “Fenafillah“ ve “Beka Billah” makamlarındadır ama, Allah’ın da kendinden razı olduğunu kesin olarak bilememektedir.

Burası “Hilafet Makamı”dır artık. Hitab-ı ilahiye mazhariyet, daha önce olmamışsa artık kesinleşir. Mürşidi bu makamda ona “İsm-i Hayy” zikrini telkin eder. Seyri, “seyr-i fillah”,  makamı  “müşahede”dir.

 

6-Nefs-i Mardiyye: Bütün varlığı ile Hakk’a teslim ve taatta olan, böylece kendisinin Allah’tan razı olduğu gibi, Allah’ın da kendisinden razı olduğu nefis. Artık “Külli Mahviyyet”e ermiş, kemal ve ma’rifetin en üstün derecede tecelli ettiği nefis. Ma’sumiyet ve mahfuziyet hil’atlarının giydirildiği makam. Yukarıda zikredilen ayette “Rabbın da senden razı olarak”29 hükmüne ve “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı oldular. İşte bu, Rabbından kesin bir haşyet sahibi olanlara mahsustur.”30 Hitabına mazhar olan nefis.

 

Artık bu makamda “Allah’ın Ahlakı” ile ahlaklanma ve Resulullah (sav)’a tam uyma tahakkuk eder. Burası aynı zamanda “Hilafet-i Kübra” makamı olduğu için meclisinde olanlara nasihat eder, hiç kimsenin kabahat ve günahına bakmadan, herkese hüsn-ü zan besleyerek şefkat ve merhametle muamele eder. Kalpten geçenlere muttali oldukları halde hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranarak müritleri yetiştirmeğe çalışır. Kendilerine lütfedilen keşif ve kerametlere takılıp kalmadan daima huzurda durur, isim, sıfat ve fiil tecellilerine mazhar olur. Zahirde halk iledir ama, batında daima hak iledir.

Bu makamda seyr, “seyr anillah”, zikir “İsm-i Kayyüm”, makamı “Hakka’l Yakin”, hali, “temkin” ve “hayret”, alemi de “alem-i şehadet”tir.

 

7-Nefs-i Kamile: Salik’in bir cezbe-i ilahi ile bütün marifet ve kemal sıfatlarını kazandığı nefistir. Tamamen vehbi olarak bir lutf-ü ilahi olan bu nefsin makamı, irşad makamıdır. Görenler dahi Allah’ı hatırlar ve düşünürler. Kutbu’l irşad, kutbü’l aktab ve gavsu’l a’zam’ların makamı. 

Bu makamın seyri, “seyr billah”, ve “seyr lillah”, zikri “Ya Kahhar”, hali beka; alemi, kesrette vahdet, vahdette kesret; sıfatı da sıfat-ı hamide’dir.

Bütün bunlardan sonra bir kere daha işaret etmeliyiz ki, “mürid kamil, mürşid nakıs olursa, nefs-i Mutmainne ve daha yukarısındaki makamlarda kendisinde zahir olan keşf ve kerametlerde, nefis ve şeytanın, kurnaz iğvalarına kapılarak takılıp kalabilir. Mutmainne nefs, sülukun nihayeti, ehlu’llah ve velayetin başlangıcıdır. Bu makamdaki velayete “velayet-i suğra”, hilafete de “hilafet-i nakısa” denilir.

 

Bunlardan daha ileriye gitmek, inayet-i ilahi ile ihsan olunacak cezbe-i ilahiyye’ye bağlıdır. Çalışmakla, mücahede ve riyazatla elde edilemez. Raziyye “hilafet-i kamile”, mardiyye “kutbiyyet” ve irşad makamıdır. Bunlar, Resulullah (sav)’ın sünneti üzere halkı irşad ve Hakk’a hizmet ile yükümlüdürler. Sâfiyye makamı ise, “Kutbu’l aktab, gavs- a’zam, sırr-ı hilafet ve kümmelin-i ehlullah” makamıdır.”31 

 

Tarikatların Sayısı:

 

Tarikatlar, sufi’yi  Allah’a götüren manevî yollardır. Acaba bu yollar ne kadardır? 

Bu soruya sufiler şöyle cevap verirler: “Allah’a ulaşan yollar, yaratıkların nefesleri sayısıncadır.”32

Nefeslerin sayısı deyince belki şu ayrıntıyı vermek güzel olabilir; eskiler, bir insan için günde yirmi dört bin nefes vardır demişlerdir.33 Hatta İmam Şa’rani, “el-Minen” adlı eserinde: “Allah tealanın bana olan en büyük lütuflarından  biri de, tarikata  daha ilk girişimden itibaren, yirmi dört saat içinde yirmi dört bin kere “Allah” lafza-i celalini zikretmem oldu ki bu, yirmi dört saat içinde alınan nefesler demektir. Ümid ederim ki bu sayede hiçbir nefesim Allah’ı zikirden hali kalmasın.” der.34 

 

Sûfîlerin bu “yaratıkların nefesleri sayısıncadır” sözlerinden anlaşılan, tarikatların sayısının sayılamayacak kadar çok oluşudur. Ahlak, tabiat ve karakterleri çok değişik olan insanlar için de bundan  daha tabii bir şey olamaz.

M.E.B İslam Ansiklopedisinde  tarikatların geniş bir listesi verilmiştir. Dört yüzü aşkın tarikatın nisbet  edilen zatlarla beraber tesbitini orada görmekteyiz. Bu bize kesin bir rakamdan ziyade herhalde bir fikir vermeye yarar. Çünkü geniş İslam Coğrafyasında, hele günümüzdeki  gelişmelerle beraber  düşünüldüğünde, kuşkusuz bu rakam binlerle ifadesini bulacaktır.

 

M. Zeki Pakal’ın “Osmanlı Tarihi Deyimler ve Terimler Sözlüğü” adlı eserinde de evvel teessüs ederek  şöhret bulanlardan on bir (11), sonra zuhur edenlerden de yirmi altı (26) tarikatı, kurucuları ve şubeleri ile birlikte saymaktadır.35

 

Bu meşhur tarikatların silsilelerindeki meşayihi inceleyen müstakil kitaplar da vardır. Şu ikisini örnek gösterebiliriz: Hocazade Ahmed Hilmi, Hadikatu’l Evliya,36  Sadık Vicdani, Tomar-ı Turuk-i  Aliye.37 

 

Tarikatların Sosyal Vazifeleri: 

 

İslam toplumunda tarikatlar, bireysel oldukları kadar, toplumsal hizmetler de görmüşlerdir. Özellikle İslam dininin halk kitlesi tarafından severek yaşanması ve yayılması çalışmalarında en etkin hizmet, tarikatların olmuştur. Bu yönüyle tarikatlar, birer halk eğitimi hizmetleri görmüşlerdir. 

İslam’ın yayılmasında tarikatların büyük emekleri vardır. Bazen ordulardan önce, bazen de sonra, gayr-ı müslim diyarlara gitmiş ve yerli halkın İslam’a ısındırılması ve hidayete erdirilmesinde üstün hizmetler ifa etmişlerdir. Aynı zamanda cihad haretketlerinin ve istiklal savaşlarının içinde hep tarikatlar vardır. Dünyanın dört bir yanında gerek fetih, gerekse savunma ve işgallere direnmede dervişlerin çabalarını tarih iftiharla kaydetmektedir. 

İslam ordularının ulaşamadığı uzak alanlara İslamiyet genellikle tarikatlar aracılığı ile gitmiştir. Bugün dahi Afrika, Avrupa, Amerika’da ve Avusturalya’daki  İslamlaştırma çalışmalarında en başarılı hizmetleri yine tarikatlar görmektedir.38 

I. Dünya Savaşından sonra düşmanların işgal ettikleri İslam topraklarındaki savaşlarda ve bağımsızlık hareketlerinde, şimdilerde ise Afganistan, Çeçenistan, Bosna Hersek, Rusya gibi coğrafyalarda  tarikatların hizmetleri açıkça görülmektedir.

Tarikatlar, ümmet birliği ve sosyal barışın da bir teminatı olmuştur. Bununla beraber tarikatlar daima ilim, eğitim, iktisad, siyaset, askerlik, güzel sanatlar gibi sosyal hayat alanlarının merkezinde olmuştur. Bugün bu konuyla ilgili birçok ilmi araştırmalar ortaya konmuştur.39 

Tasavvuf ve tarikatların, iç barışı, huzur, emniyet ve asyişi sağlamada, sosyal bünyeyi sağlamlaştırmada ve güzel bir  toplum oluşturmada da olumlu etkileri büyük olmuştur. İslam, özü itibariyle sosyal bir dindir. Tasavvuf ve tarikatların geliştirdiği ahlak ve fütüvvet anlayışı, başından beri kerem, cömertlik, isar, mürüvvet, cesaret, fedakarlık, feragat, kendini feda, hizmet, kimseye eziyet etmeme, yük olmama, şikayeti terk, makama aldırmama, vb. erdemleri ifade eder.40

Tasavvufun insanları çağırdığı zühd, zevklerde itidal, insanın Rabbini  ve ahiretini unutacak düzeyde aşırılığa gitmemesi biçimindedir. İslam ve onun deruni yaşam biçimi olan tasavvuf, insanları dünyayı bütünüyle terke ve ondan kaçmağa değil, zahitliğe ve dünyayı küçümsemeğe çağırmaktadır. Belirli ölçülerle Allah’a kulluğa çağırırken, her şeyi bırakarak ibadete yönelmeyi istememiştir. Dünya hayatından ve helal rızıklardan makul ve meşru bir payın alınmasını ister. Her şeyi yasaklamaz. Helalin haram kılınmasını hoş karşılamaz. Dünya tez gelip geçen bir değişim yeri ve ahiretin tarlası, ahiret ise baki, sonsuza kadar kalıcı bir ebediyet yeridir. Ya ebedi nimet, veya sürekli azap yeri. Kur’an ve sünnet bunu ifade eder. Peygamber efendimizin, ashabın ve sufilerin hayatı, bunun birer açık örneğidir.41

 

6 Suyuti, Camsu’s Sağır I, 99  Erbili, Kenzu’l İrfan, s. 70 (258)

7 Münavi, Künuzu’l Hakaik. s. 72. Erbili, age, s. 71 (261)

8 Erbili, age,  s. 71 (263)

9 Suyuti, age, II, 173

10 Acluni, Keşfu’l Hafa, I, 222.

11 Acluni, age, , I, 222.

12 Acluni, age, I, 49.

13 Münavi, age,  s. 175; Erbili, age,  s. 72 (270)